Göğüs hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Levent Tabak, soğuk algınlığına yakalanmamak için hasta kişilerle temas sonrası ellerin yıkanması, fark edilmeden alınabilecek virüslerin bulaştırılmaması için parmakların burun ve gözlerden uzak tutulması gerektiğini bildirdi.
VKV Amerikan Hastanesi Göğüs Hastalıkları Bölümünden Prof. Dr. Levent Tabak, havaların soğumasıyla kış hastalıklarının yavaş yavaş ortaya çıktığını, bunların çoğunluğunun mikrobik hastalıklar olduğunu belirtti.
Kış aylarında havanın soğuması, hava kirliliğinin artması, toplu ve sıkışık ortamlarda yaşanılması ve özellikle çocukların maruz kaldığı soğuk algınlığının sürekli bulaşması sonucunda hastalık oranının da arttığını anlatan Prof. Dr. Tabak, farklı özelliklere sahip kış hastalıklarının her birinin tedavisinin farklı olduğunu, önlem alınmadığı takdirde bu hastalıklardan bazılarının ölümcül olabildiğini kaydetti.
Prof. Dr. Tabak, burun akıntısı, hapşırık, tat ve koku alma duyularında azalma, boğazda gıcık hissi, öksürük, bebeklerde ve çocuklarda sıklıkla ateş ve sigara kullananlarda yakınmalarla baş gösteren soğuk algınlığının tedavisinde kafein içeren kahve, çay veya kolalı ve alkollü içecekler ile sigara kullanımından kaçınılması uyarısında bulundu.
Özellikle hastalığın ilk birkaç günü soğuk algınlığı olan kişilerden uzak durulmasını öneren Prof. Dr. Tabak, şöyle devam etti:
''Soğuk algınlığı olan kişiyle temas sonrası eller yıkanmalıdır. Hasta kişi eğer çocuk ise oyun sonrası oyuncakları da yıkanmalıdır. Fark edilmeden alınabilecek virüslerin bulaştırılmaması için parmaklar burun ve gözlerden uzak tutulmalıdır. Banyoda sağlıklı kişiler için ikinci bir havlu bulundurulmalıdır. Sinüslerinizin kurumaması için yaşanılan ortamın nemine dikkat edilmelidir.''
Prof. Dr. Tabak, soğuk algınlığından korunmaya yönelik henüz bir aşı geliştirilmediğini, pek çok soğuk algınlığı tipi için tek bir aşı geliştirmeye yönelik çalışmalar yapıldığını kaydetti.
Soğuk algınlığı geçiren kişinin öksürme veya hapşırma sırasında ağız ve burnunu mendille kapatması ve ellerin yıkanması uyarısında bulunan Prof. Dr. Tabak, soğuk algınlığı yakınmalarında çok şiddetli yüksek ateş, kulak ağrısı, şiddetlenen öksürük ile kronik akciğer hastalığında alevlenme gibi etkiler görülüyorsa doktora danışılması gerektiğini vurguladı.
24 Ekim 2008 Cuma
Andropoz
Erkeklerde ilerleyen yaşla ortaya çıkan erkeklik hormonu seviyesinde düşüş ve buna bağlı meydana çıkan bazı sorunların oluşturduğu genel tabloya verilen isimdir. 30 yaşından sonra başlayan ve genellikle erkeklik hormonu “testosteron” düzeyinin her yıl %1-2 oranında düşmesi ile karakterize bu durum kadınlardaki menapoz gibi yumurtalıkların kadınlık hormonu “östrojen” üretimini hızla ve tama yakın biçimde kesmeleri ile birebir örtüşmediğinden erkeklerdeki tablonun “andropoz” olarak adlandırılmasına bazı bilimsel çevrelerden itirazlar gelmiştir. 30 yaşından sonra başlayan ve genellikle erkeklik hormonu “testosteron” düzeyinin her yıl %1-2 oranında düşmesi ile karakterize bu durum kadınlardaki menapoz gibi yumurtalıkların kadınlık hormonu “östrojen” üretimini hızla ve tama yakın biçimde kesmeleri ile birebir örtüşmediğinden erkeklerdeki tablonun “andropoz” olarak adlandırılmasına bazı bilimsel çevrelerden itirazlar gelmiştir.
Testosteron (erkeklik hormonu) seviyeleri yaşla birlikte düşer.
30 y dan sonra total testosteron yılda %1-2 düşer.
Serbest testosteron düzeyleri yaşla birlikte daha hızlı düşüş gösterir.
70 y gurubunun %30 da total testosteron düzeyi genç referans düzeylerinin altındadır.
70 y gurubunun %50 de serbest testosteron düzeyi genç referans düzeylerinin altındadır.
Testosteron eksikliği olan erkeklerde
Cinsel istek “libido” azalır ve ereksiyon bozukluğu ortaya çıkar.
Kas kitlesi ve kas gücü azalır.
Deri altı ve karın içi yağ dokusu artar.
Kemik erimesine bağlı bel ağrısı ve kırıklar meydana gelebilir.
Vücut kılları azalır.
Enerjik olma ve kendini iyi hissetme duygusu azalır, duygulanım bozuklukları ortaya çıkar.
Göğüslerde büyüme “jinekomasti” ortaya çıkar.
Normal testosteron düzeylerinde testosteron seviyesi ile cinsel fonksiyonlar arasında bir korelasyon yoktur.
Yaşla birlikte testosteron düzeyi düşük erkeklerde ortaya çıkan ereksiyon bozukluğu genellikle birden fazla sebebe bağlıdır.
Testosteron düzeyi düşük erkeklerde kardiyovasküler hastalıklardan ölüm riskinin normal testosteron düzeyi olan erkeklerden 1.38 kat daha fazla olduğu ve bunun da istatistiki olarak anlamlı olduğu gösterilmiştir.
60 yaş ve üstünde kemik erimesine bağlı kırık sıklığı % 2.2.
Amerika da bu tip kırıkların sisteme maliyeti 3 milyar dolar civarında
50 y daki bir erkeğin yaşam boyunca kırık olasılığı %13 olup bunun %6'sı kalça ve %5'i omurga kırığıdır.
Tanı koymak için bahsedilen yakınma ve belirtiler düşündürücü olmalı.
Düşük testosteron yada biolojik olarak aktif testosteron düzeyi düşüklüğü gösterilmelidir.
Kendini sağlıklı hissetmeme
Kas ve eklem ağrıları
Terleme
Uyku bozuklukları
Uyku ihtiyacında artma
Huzursuzluk
Sinirlilik
Anksiyete
Yorgunluk
Kas kuvvetinde azalma
Depressif ruh hali
Motivasyon yokluğu veya ölüm isteği
Sakal çıkmasında azalma
Cinsel potens azalması
Sabah ereksiyonlarının sıklığında azalması
Cinsel istek (libido) azalması gibi belirtiler olabilir.
AMS Sorgulama Formu (Aging Male Survey)
Aşağıdakilerden hangisi sizin şu anki şikayetlerinizi en iyi tarif etmektedir? Her yakınma için uygun olan kutucuğu
işaretleyiniz. Eğer belirtilen şikayet sizde bulunmuyor ise “yok” seçeneğini işaretleyiniz.
yok 1
hafif 2
orta 3
şiddetli 4
Çok şiddetli 5
şeklinde değerlendirilir.
1. Genel iyilik hissinde azalma (genel sağlık durumu,
kendine dair hisler)
2. Eklem ve kas ağrısı (Bel ağrısı, eklem ağrısı, kol ve
bacaklarda ağrı ve yaygın sırt ağrısı)
3. Aşırı terleme (beklenmedik/ani terleme atakları,
zorlanmadan bağımsız olarak sıcak basması)
4. Uyku problemleri (uykuya dalmada zorluk, derin
uyumada zorluk, erken uyanma ve yorgunluk hissi, yetersiz
uyku, uykusuzluk)
5. Uyku ihtiyacında artma, sık sık yorgun hissetme
6. Alınganlık (Saldırganlık hali, küçük şeylerden kolay
etkilenme, karamsarlık)
7. Sinirlilik (Gerginlik, huzursuzluk, yerinde duramama)
8. Endişe (Panik hissi)
9. Bedensel bitkinlik/Canlılığın kaybolması (Genel
performans düşüşü, aktivite azalması, boş zamanlarında
yaptığı aktivitelere ilginin azalması, daha az iş bitirme ve
haha az şey elde etme hissi, faaliyet üstlenmek için kendini
zorlamak zorunda kalma)
10. Kas gücünde azalma (Güçsüz hissetme)
11. Depresif ruh hali (Çökkünlük, üzgün olma, her an
gözleri dolacak gibi olma, motivasyon eksikliği, değişken ruh
hali, her şeyin boş olduğunu hissetme)
12. En iyi zamanlarının geride kaldığı hissi
13. Kendini tükenmiş ve dibe vurmuş hissetmek
14. Sakal büyümesinde azalma
15. Seks yapma gücü ve sıklığında azalma
16. Sabah sertliği sayısında azalma
17. Cinsel istekte/şehvette azalma (seksten alınan zevkte
azalma, cinsel birleşme için isteğin azalması)
Başka ciddi bir şikayetiniz var mı? Evet – Hayır Varsa belirtiniz.
Sorgulama formu değerlendirmesi ile orta ve ağır düzeyde semptomatik (AMS skoru 37 ve üstünde) olan hastalarda biyokimyasal değerlendirmeye geçilmektedir.
Normal testosteron düzeyi 300-1000ng/dl
350 ng/dl üzeri normal
250-350 arası gri zon
250 ng/dl altı tedavi gerekli
Kan örneği sabah 7-10 arası alınmalı
Gri zonda biolojik olarak aktif testosteron düzeyi araştırılmalıdır.
Yada bu hastalara 3 aylık deneme amaçlı testosteron tedavisi verilebilir.
Testosteron Tedavisinin kesin uygun olmadığı durumlar şunlardır.
Tedavi edilmemiş (kür) prostat kanseri
Meme kanseri
Aşırı kan hücresi bulunduğu durum
(Htc 55'den büyükse)
Testosteron tedavisinin nisbi olarak uygun olmadığı durumlar,
Htc 50 den büyükse
Tedavi edilmemiş uyku apnesi varsa
İleri derecede kalp yetmezliği varsa
Tedavi edilmemiş, büyümüş prostata bağlı idrar yolu tıkanıklığı mevcutsa
Yakınmalarda düzelme olup olmadığının izlenmesi
Tedavinin başlamasından sonra 1-3 ay arayla testosteron düzeyi takibi
3 aylık aralarla hemoglobin hematokrit düzeylerinin takibi
Yılda bir kan lipid profilinin incelenmesi
Rutin prostat testleri yılda 1-2 kez (PSAtotal ve free, DRE) takipte gereklidir.
Herkese sağlıklı ve mutlu uzun bir ömür dileğiyle...
Testosteron (erkeklik hormonu) seviyeleri yaşla birlikte düşer.
30 y dan sonra total testosteron yılda %1-2 düşer.
Serbest testosteron düzeyleri yaşla birlikte daha hızlı düşüş gösterir.
70 y gurubunun %30 da total testosteron düzeyi genç referans düzeylerinin altındadır.
70 y gurubunun %50 de serbest testosteron düzeyi genç referans düzeylerinin altındadır.
Testosteron eksikliği olan erkeklerde
Cinsel istek “libido” azalır ve ereksiyon bozukluğu ortaya çıkar.
Kas kitlesi ve kas gücü azalır.
Deri altı ve karın içi yağ dokusu artar.
Kemik erimesine bağlı bel ağrısı ve kırıklar meydana gelebilir.
Vücut kılları azalır.
Enerjik olma ve kendini iyi hissetme duygusu azalır, duygulanım bozuklukları ortaya çıkar.
Göğüslerde büyüme “jinekomasti” ortaya çıkar.
Normal testosteron düzeylerinde testosteron seviyesi ile cinsel fonksiyonlar arasında bir korelasyon yoktur.
Yaşla birlikte testosteron düzeyi düşük erkeklerde ortaya çıkan ereksiyon bozukluğu genellikle birden fazla sebebe bağlıdır.
Testosteron düzeyi düşük erkeklerde kardiyovasküler hastalıklardan ölüm riskinin normal testosteron düzeyi olan erkeklerden 1.38 kat daha fazla olduğu ve bunun da istatistiki olarak anlamlı olduğu gösterilmiştir.
60 yaş ve üstünde kemik erimesine bağlı kırık sıklığı % 2.2.
Amerika da bu tip kırıkların sisteme maliyeti 3 milyar dolar civarında
50 y daki bir erkeğin yaşam boyunca kırık olasılığı %13 olup bunun %6'sı kalça ve %5'i omurga kırığıdır.
Tanı koymak için bahsedilen yakınma ve belirtiler düşündürücü olmalı.
Düşük testosteron yada biolojik olarak aktif testosteron düzeyi düşüklüğü gösterilmelidir.
Kendini sağlıklı hissetmeme
Kas ve eklem ağrıları
Terleme
Uyku bozuklukları
Uyku ihtiyacında artma
Huzursuzluk
Sinirlilik
Anksiyete
Yorgunluk
Kas kuvvetinde azalma
Depressif ruh hali
Motivasyon yokluğu veya ölüm isteği
Sakal çıkmasında azalma
Cinsel potens azalması
Sabah ereksiyonlarının sıklığında azalması
Cinsel istek (libido) azalması gibi belirtiler olabilir.
AMS Sorgulama Formu (Aging Male Survey)
Aşağıdakilerden hangisi sizin şu anki şikayetlerinizi en iyi tarif etmektedir? Her yakınma için uygun olan kutucuğu
işaretleyiniz. Eğer belirtilen şikayet sizde bulunmuyor ise “yok” seçeneğini işaretleyiniz.
yok 1
hafif 2
orta 3
şiddetli 4
Çok şiddetli 5
şeklinde değerlendirilir.
1. Genel iyilik hissinde azalma (genel sağlık durumu,
kendine dair hisler)
2. Eklem ve kas ağrısı (Bel ağrısı, eklem ağrısı, kol ve
bacaklarda ağrı ve yaygın sırt ağrısı)
3. Aşırı terleme (beklenmedik/ani terleme atakları,
zorlanmadan bağımsız olarak sıcak basması)
4. Uyku problemleri (uykuya dalmada zorluk, derin
uyumada zorluk, erken uyanma ve yorgunluk hissi, yetersiz
uyku, uykusuzluk)
5. Uyku ihtiyacında artma, sık sık yorgun hissetme
6. Alınganlık (Saldırganlık hali, küçük şeylerden kolay
etkilenme, karamsarlık)
7. Sinirlilik (Gerginlik, huzursuzluk, yerinde duramama)
8. Endişe (Panik hissi)
9. Bedensel bitkinlik/Canlılığın kaybolması (Genel
performans düşüşü, aktivite azalması, boş zamanlarında
yaptığı aktivitelere ilginin azalması, daha az iş bitirme ve
haha az şey elde etme hissi, faaliyet üstlenmek için kendini
zorlamak zorunda kalma)
10. Kas gücünde azalma (Güçsüz hissetme)
11. Depresif ruh hali (Çökkünlük, üzgün olma, her an
gözleri dolacak gibi olma, motivasyon eksikliği, değişken ruh
hali, her şeyin boş olduğunu hissetme)
12. En iyi zamanlarının geride kaldığı hissi
13. Kendini tükenmiş ve dibe vurmuş hissetmek
14. Sakal büyümesinde azalma
15. Seks yapma gücü ve sıklığında azalma
16. Sabah sertliği sayısında azalma
17. Cinsel istekte/şehvette azalma (seksten alınan zevkte
azalma, cinsel birleşme için isteğin azalması)
Başka ciddi bir şikayetiniz var mı? Evet – Hayır Varsa belirtiniz.
Sorgulama formu değerlendirmesi ile orta ve ağır düzeyde semptomatik (AMS skoru 37 ve üstünde) olan hastalarda biyokimyasal değerlendirmeye geçilmektedir.
Normal testosteron düzeyi 300-1000ng/dl
350 ng/dl üzeri normal
250-350 arası gri zon
250 ng/dl altı tedavi gerekli
Kan örneği sabah 7-10 arası alınmalı
Gri zonda biolojik olarak aktif testosteron düzeyi araştırılmalıdır.
Yada bu hastalara 3 aylık deneme amaçlı testosteron tedavisi verilebilir.
Testosteron Tedavisinin kesin uygun olmadığı durumlar şunlardır.
Tedavi edilmemiş (kür) prostat kanseri
Meme kanseri
Aşırı kan hücresi bulunduğu durum
(Htc 55'den büyükse)
Testosteron tedavisinin nisbi olarak uygun olmadığı durumlar,
Htc 50 den büyükse
Tedavi edilmemiş uyku apnesi varsa
İleri derecede kalp yetmezliği varsa
Tedavi edilmemiş, büyümüş prostata bağlı idrar yolu tıkanıklığı mevcutsa
Yakınmalarda düzelme olup olmadığının izlenmesi
Tedavinin başlamasından sonra 1-3 ay arayla testosteron düzeyi takibi
3 aylık aralarla hemoglobin hematokrit düzeylerinin takibi
Yılda bir kan lipid profilinin incelenmesi
Rutin prostat testleri yılda 1-2 kez (PSAtotal ve free, DRE) takipte gereklidir.
Herkese sağlıklı ve mutlu uzun bir ömür dileğiyle...
Menopozda diyet nasıl olmalı ?
Hanımların menopoza girmesiyle kendi aralarında yaptıkları gün adı verilen toplantıları da artmakta ve bu toplantılarda çok yüksek kalorili ve yağlı yiyecekler tüketilmektedir. Bunların yerine daha düşük kalori, lif ve az yağ içeren ve besin değeri çok daha iyi olan;
Kısır, Mercimekli köfte, Patates salatası, Sebzeli börekler, Yağsız meyveli kekler, Sütlü tatlı, Aşure, Kabak tatlısı, İncir tatlısı olabilir.
Kalsiyum İhtiyacını Sağlayan Diyet Örneği(1)
Kahvaltı: Az şekerli bitki çayı
1–2 avuç dolusu çökelek veya lor
1 yemek kaşığı pekmez
1 dilim kepekli ekmek
Domates, maydanoz...
Kuşluk:10 adet çilek
Öğle:1 porsiyon az yağlı sebze yemeği
Yarım porsiyon bulgur pilavı
Yarım kâse az yağlı yoğurt
Az yağlı salata
İkindi: 1 dilim yağsız meyveli kek veya 1 porsiyon kısır
Akşam: 250 gr. ızgara balık veya 1 porsiyon kuru fasulye
Yarım kâse yoğurt
1–2 dilim kepekli ekmek
Az yağlı yeşil salata
Gece: 1 bardak süt
2 adet ceviz
2 adet kuru incir
• Enerji:1500–1600 kal Kalsiyum:1000–1400 mg
Kalsiyum İhtiyacını Sağlayan Diyet Örneği(2)
Kahvaltı:1 kâse tarhana çorbası
1–2 yemek kaşığı kepek
1 portakal veya greyfurt
Veya:1 bardak süt
2–3 yemek kaşığı tahin-pekmez
1–2 dilim kepekli ekmek
Portakal
Kuşluk:1 elma
Öğle:1 porsiyon yaprak sarması veya dolma
Yarım kâse diyet yoğurt
1kase mercimek çorbası
İkindi:1 bardak ayran
Akşam: Yarım tavukgöğsü veya yumurtalı ıspanak
Az yağlı yeşil salata
1–2 dilim sebzeli börek
1 kâse cacık
Gece:1–2 meyve
Enerji:1600–1700 kal. Kalsiyum:1200–1500 mg.
Kısır, Mercimekli köfte, Patates salatası, Sebzeli börekler, Yağsız meyveli kekler, Sütlü tatlı, Aşure, Kabak tatlısı, İncir tatlısı olabilir.
Kalsiyum İhtiyacını Sağlayan Diyet Örneği(1)
Kahvaltı: Az şekerli bitki çayı
1–2 avuç dolusu çökelek veya lor
1 yemek kaşığı pekmez
1 dilim kepekli ekmek
Domates, maydanoz...
Kuşluk:10 adet çilek
Öğle:1 porsiyon az yağlı sebze yemeği
Yarım porsiyon bulgur pilavı
Yarım kâse az yağlı yoğurt
Az yağlı salata
İkindi: 1 dilim yağsız meyveli kek veya 1 porsiyon kısır
Akşam: 250 gr. ızgara balık veya 1 porsiyon kuru fasulye
Yarım kâse yoğurt
1–2 dilim kepekli ekmek
Az yağlı yeşil salata
Gece: 1 bardak süt
2 adet ceviz
2 adet kuru incir
• Enerji:1500–1600 kal Kalsiyum:1000–1400 mg
Kalsiyum İhtiyacını Sağlayan Diyet Örneği(2)
Kahvaltı:1 kâse tarhana çorbası
1–2 yemek kaşığı kepek
1 portakal veya greyfurt
Veya:1 bardak süt
2–3 yemek kaşığı tahin-pekmez
1–2 dilim kepekli ekmek
Portakal
Kuşluk:1 elma
Öğle:1 porsiyon yaprak sarması veya dolma
Yarım kâse diyet yoğurt
1kase mercimek çorbası
İkindi:1 bardak ayran
Akşam: Yarım tavukgöğsü veya yumurtalı ıspanak
Az yağlı yeşil salata
1–2 dilim sebzeli börek
1 kâse cacık
Gece:1–2 meyve
Enerji:1600–1700 kal. Kalsiyum:1200–1500 mg.
16 Ekim 2008 Perşembe
Beyaz şarap da ‘kırmızı kadar sağlığa yararlı’
Kırmızı şarabın sağlığa yararlı olduğu halihazırda biliniyor. Yeni bir araştırmada beyaz şarabın da kırmız şarap kadar yararlı olduğu ileri sürüldü.
Yemekle birlikte İtalyan beyaz şarabı içirilen fareler sadece su verilen farelere kıyasla daha az kalp kirizi geçirdi.
Beyaz şarabın faydaları kırmızı şarap verilen havanlardakiyle benzerlik gösterdi.
Kırmızı şarapta bulunan ve üzümün kabuğundan çıkan resveratrol maddesi genelde “Fransız çelişkisi” olarak tanımlanıyor. Bunun nedeni ise Fransızların çok yağlı yemek yemelerine karşın kalp hastalığı oranının düşük olması.
Ancak üzümün kabuğundan değil de etli kısmından yapılan beyaz şarapta resveratrol maddesi bulunmuyor.
Laboratuar testleri beyaz şarabın kalp hücrelerinde baston şeklinde olan ve enerji üreten “güç kaynağı” mitokondrileri koruduğu ortaya çıktı.
ABD Connecticut Üniversitesi Moleküler Biyoloğu Dipak Das, “Üzümün etli kısmı da kabuğu ile aynı işi görüyor. Günde bir ya da iki kadeh beyaz şarabın da aynen kırmızı şarap gibi yararlı olduğunu söyleyebiliriz,” dedi.
Yemekle birlikte İtalyan beyaz şarabı içirilen fareler sadece su verilen farelere kıyasla daha az kalp kirizi geçirdi.
Beyaz şarabın faydaları kırmızı şarap verilen havanlardakiyle benzerlik gösterdi.
Kırmızı şarapta bulunan ve üzümün kabuğundan çıkan resveratrol maddesi genelde “Fransız çelişkisi” olarak tanımlanıyor. Bunun nedeni ise Fransızların çok yağlı yemek yemelerine karşın kalp hastalığı oranının düşük olması.
Ancak üzümün kabuğundan değil de etli kısmından yapılan beyaz şarapta resveratrol maddesi bulunmuyor.
Laboratuar testleri beyaz şarabın kalp hücrelerinde baston şeklinde olan ve enerji üreten “güç kaynağı” mitokondrileri koruduğu ortaya çıktı.
ABD Connecticut Üniversitesi Moleküler Biyoloğu Dipak Das, “Üzümün etli kısmı da kabuğu ile aynı işi görüyor. Günde bir ya da iki kadeh beyaz şarabın da aynen kırmızı şarap gibi yararlı olduğunu söyleyebiliriz,” dedi.
Cep telefonunun sağlığa muhtemel zararları
Uluslararası Kanser Araştırma Merkezi'nin (CIRC) yaptığı kapsamlı bir araştırmanın ilk sonuçlarının, cep telefonlarının sağlığa zararlı olduğunu gösterdiği bildirildi.
Belçika'nın yüksek tirajlı gazetelerinden "Le Soir", bugünkü baskılarında manşetten verdiği haberde, CIRC'nin 13 ülkede yaptığı çalışma ve araştırmaların ilk sonuçlarını açıkladı.
Merkezin araştırma sonuçlarının, cep telefonlarının sağlığa zararlı olduğuna ilişkin iddiaları teyit ettiğini yazan gazete, bilimsel verilerin son derece endişe verici olduğunu belirtti.
Gazetenin aktardığı araştırma sonuçlarına göre, 10 yıl cep telefonu kullanan kişiler için kanser hastalığına yakalanma olasılığı "önemli oranda" artıyor.
Araştırma sorumlularından Elisabeth Cardis, bu sonuçları açıklarken, "temkinli olmak" gerektiğini, devletlerden, sigaranın zararlarına karşı alınan önlemleri cep telefonlarına karşı da öngörmelerinin henüz talep edilmediğini
belirtti.
Cardis, "bugünkü mevcut bilgi ve verilerin, çocuklardan cep telefonlarını mümkün olduğu kadar az ve makul ölçülerde kullanmalarının istenmesini, sabit telefonlara öncelik verilmesini gerektirdiğini" ifade etti.
Cep telefonlarına ilişkin, binlerce hasta üzerinde sürdürülen araştırmaların kesin sonuçlarının gelecek yıl ayrıntılı olarak açıklanacağı, basına yansıyan ilk sonuçların "abartılmaması ve temkinli bir şekilde analiz edilmesi gerektiği", bunların ilk aşamada "kamuoyu için değil bilim adamları için açıklandığı" bildirildi.
Belçika'nın yüksek tirajlı gazetelerinden "Le Soir", bugünkü baskılarında manşetten verdiği haberde, CIRC'nin 13 ülkede yaptığı çalışma ve araştırmaların ilk sonuçlarını açıkladı.
Merkezin araştırma sonuçlarının, cep telefonlarının sağlığa zararlı olduğuna ilişkin iddiaları teyit ettiğini yazan gazete, bilimsel verilerin son derece endişe verici olduğunu belirtti.
Gazetenin aktardığı araştırma sonuçlarına göre, 10 yıl cep telefonu kullanan kişiler için kanser hastalığına yakalanma olasılığı "önemli oranda" artıyor.
Araştırma sorumlularından Elisabeth Cardis, bu sonuçları açıklarken, "temkinli olmak" gerektiğini, devletlerden, sigaranın zararlarına karşı alınan önlemleri cep telefonlarına karşı da öngörmelerinin henüz talep edilmediğini
belirtti.
Cardis, "bugünkü mevcut bilgi ve verilerin, çocuklardan cep telefonlarını mümkün olduğu kadar az ve makul ölçülerde kullanmalarının istenmesini, sabit telefonlara öncelik verilmesini gerektirdiğini" ifade etti.
Cep telefonlarına ilişkin, binlerce hasta üzerinde sürdürülen araştırmaların kesin sonuçlarının gelecek yıl ayrıntılı olarak açıklanacağı, basına yansıyan ilk sonuçların "abartılmaması ve temkinli bir şekilde analiz edilmesi gerektiği", bunların ilk aşamada "kamuoyu için değil bilim adamları için açıklandığı" bildirildi.
"Bilinçli anneler normal doğum yapıyor"
Avrupa Perinatoloji Birliği Başkanı Prof. Dr. Cihat Şen, Türkiye'de sezaryenle doğum oranının çok yüksek olduğunu belirterek, "Sezaryenle doğum birkaç gün erken bile yapılsa bebeğin akciğerinin dış dünyaya uyum sağlamasında birtakım sıkıntılar yaratıyor" dedi.
Prof. Dr. Şen, Mustafa Kemal Üniversitesi'nde düzenlenen "2'nci Perinatoloji Günleri" için geldiği Hatay'da, AA muhabirine, Türkiye'de yılda 1,5 milyon doğumun meydana geldiğini, bunun yaklaşık yüzde 30-40'ının sezaryenle yapıldığını söyledi.
Türkiye'de kadınların daha kolay olarak düşündükleri sezaryenle doğumu tercih etme oranının çok fazla olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Şen, şöyle devam etti:
"Normal doğum doğal ve fizyolojik bir süreç, sezaryen ise gerektiğinde yapılan bir ameliyattır. İyi bir ekip ve doğum için tamamlanan günde işlem gerçekleştirilirse hem sezaryen hem de normal yolla doğum bebek için sağlıklı olur. Maalesef anne adayları sabırsız ve zahmete katlanmama, bir an önce doğumdan kurtulma düşüncesiyle sezaryeni tercih ediyor.
Sezaryen ile yapılan çoğu doğum, günü gelmeden, doğuma 15-20 gün kala gerçekleştiriliyor. Oysa sezaryenle doğum birkaç gün erken bile yapılsa bebeğin akciğerinin dış dünyaya uyum sağlamasında birtakım sıkıntılar yaratıyor. Bunun için doğumun planlı şekilde yapılması gerekiyor. Normal doğumda anne adayları günü geldiğinde sancı çekmeye başlıyor. Ancak bu ağrılı sancılı süreç bebeğin dış dünyaya uyumunu hazırlıyor. O yüzden tıbbi açıdan gerekmedikçe sezaryene başvurulmaması lazım."
Annenin normal doğumdan sonra daha kısa sürede iyileştiği, sezaryenden sonra bu sürecin daha fazla zaman aldığını bildiren Prof. Dr. Şen, ayrıca normal doğumda annenin kanama, enfeksiyon, organ ve doku hasarı riskinin sezaryene göre daha düşük olduğunu kaydetti.
"Normal doğum daha masraflı"
Son yıllarda eğitimli ve bilinçli anne adaylarının normal doğumu tercih etmeye başladığını ifade eden Prof. Dr. Şen, ancak hala istenilen düzeye gelinemediğini söyledi.
Prof. Dr. Şen, astım, tansiyon hastalığı bulunan anne adaylarının kesinlikle sezaryenle doğumu tercih etmemesi gerektiğini, ayrıca sezaryenle doğumun ikinci bebeklerde anne için risk oluşturduğunu kaydetti.
Prof. Dr. Şen, Mustafa Kemal Üniversitesi'nde düzenlenen "2'nci Perinatoloji Günleri" için geldiği Hatay'da, AA muhabirine, Türkiye'de yılda 1,5 milyon doğumun meydana geldiğini, bunun yaklaşık yüzde 30-40'ının sezaryenle yapıldığını söyledi.
Türkiye'de kadınların daha kolay olarak düşündükleri sezaryenle doğumu tercih etme oranının çok fazla olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Şen, şöyle devam etti:
"Normal doğum doğal ve fizyolojik bir süreç, sezaryen ise gerektiğinde yapılan bir ameliyattır. İyi bir ekip ve doğum için tamamlanan günde işlem gerçekleştirilirse hem sezaryen hem de normal yolla doğum bebek için sağlıklı olur. Maalesef anne adayları sabırsız ve zahmete katlanmama, bir an önce doğumdan kurtulma düşüncesiyle sezaryeni tercih ediyor.
Sezaryen ile yapılan çoğu doğum, günü gelmeden, doğuma 15-20 gün kala gerçekleştiriliyor. Oysa sezaryenle doğum birkaç gün erken bile yapılsa bebeğin akciğerinin dış dünyaya uyum sağlamasında birtakım sıkıntılar yaratıyor. Bunun için doğumun planlı şekilde yapılması gerekiyor. Normal doğumda anne adayları günü geldiğinde sancı çekmeye başlıyor. Ancak bu ağrılı sancılı süreç bebeğin dış dünyaya uyumunu hazırlıyor. O yüzden tıbbi açıdan gerekmedikçe sezaryene başvurulmaması lazım."
Annenin normal doğumdan sonra daha kısa sürede iyileştiği, sezaryenden sonra bu sürecin daha fazla zaman aldığını bildiren Prof. Dr. Şen, ayrıca normal doğumda annenin kanama, enfeksiyon, organ ve doku hasarı riskinin sezaryene göre daha düşük olduğunu kaydetti.
"Normal doğum daha masraflı"
Son yıllarda eğitimli ve bilinçli anne adaylarının normal doğumu tercih etmeye başladığını ifade eden Prof. Dr. Şen, ancak hala istenilen düzeye gelinemediğini söyledi.
Prof. Dr. Şen, astım, tansiyon hastalığı bulunan anne adaylarının kesinlikle sezaryenle doğumu tercih etmemesi gerektiğini, ayrıca sezaryenle doğumun ikinci bebeklerde anne için risk oluşturduğunu kaydetti.
AB'den uyarı: "MP3 çalarınızın sesini kısın"
AB Komisyonu, milyonlarca gence uyarıda bulunarak, haftada 5 saatten fazla yüksek sesle MP3 çalarlarından müzik dinleyenlerin 5 yıl sonra kalıcı sağırlıkla karşı karşıya kalabileceklerini bildirdi.
AB Komisyonu'ndan yapılan açıklamada, bilim adamlarının yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, çocuk ve gençleri giderek artan yüksek ses seviyesinden ve "kuru gürültüden" korumanın gerekliliğine işaret edilerek, "Ses kalitesi kaybı olmaksızın çok yüksek ses üretebilen yeni kuşak kişisel müzikçalarlardan kaynaklanan riskin endişe yarattığı" belirtildi.
İşitme kaybı riskinin ses düzeyine ve maruz kalınan zamana bağlı olduğu ifade edilen açıklamada, giderek daha fazla gencin bu riskle karşı karşıya olduğunun altı çizildi.
Haftada sadece 5 saat 89 desibelden daha yüksek sesle müzik dinleyenlerin, AB'nin işyerlerinde izin verdiği gürültü limitlerini çoktan aşmış olacakları belirtilen AB Komisyonu açıklamasında, daha uzun süre bu kadar yüksek seviyede müzik dinleyenlerin, 5 yıl sonra kalıcı işitme kaybı riskiyle karşı karşıya bulunacakları uyarısı yapıldı.
AB Komisyonu'nun talebi üzerine yapılan araştırmada, her gün taşınabilir müzikçalarlarından 50 milyon ila 100 milyon kişinin müzik dinlediği tahmin edilen Avrupa'daki gençlerin 5 milyon ila 10 milyonunun risk kategorisinde bulunduğu belirlendi.
AB Komisyonu'nun tüketici işlerinden sorumlu üyesi Meglena Kuneva, uzmanların tahminine göre, son dört yılda AB ülkelerinde 184 milyon ila 246 milyon taşınabilir müzikçalar satıldığını ve bunun 124 milyon ila 165 milyonunun MP3 çalar olduğunu belirterek, "Kişisel müzikçalarları ve cep telefonlarından sürekli yüksek sesle müzik dinleyen gençler için endişeliyim, belki çoğu kalıcı işitme kaybı riski bulunduğunu bilmiyor" dedi.
AB Komisyonu'ndan yapılan açıklamada, bilim adamlarının yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, çocuk ve gençleri giderek artan yüksek ses seviyesinden ve "kuru gürültüden" korumanın gerekliliğine işaret edilerek, "Ses kalitesi kaybı olmaksızın çok yüksek ses üretebilen yeni kuşak kişisel müzikçalarlardan kaynaklanan riskin endişe yarattığı" belirtildi.
İşitme kaybı riskinin ses düzeyine ve maruz kalınan zamana bağlı olduğu ifade edilen açıklamada, giderek daha fazla gencin bu riskle karşı karşıya olduğunun altı çizildi.
Haftada sadece 5 saat 89 desibelden daha yüksek sesle müzik dinleyenlerin, AB'nin işyerlerinde izin verdiği gürültü limitlerini çoktan aşmış olacakları belirtilen AB Komisyonu açıklamasında, daha uzun süre bu kadar yüksek seviyede müzik dinleyenlerin, 5 yıl sonra kalıcı işitme kaybı riskiyle karşı karşıya bulunacakları uyarısı yapıldı.
AB Komisyonu'nun talebi üzerine yapılan araştırmada, her gün taşınabilir müzikçalarlarından 50 milyon ila 100 milyon kişinin müzik dinlediği tahmin edilen Avrupa'daki gençlerin 5 milyon ila 10 milyonunun risk kategorisinde bulunduğu belirlendi.
AB Komisyonu'nun tüketici işlerinden sorumlu üyesi Meglena Kuneva, uzmanların tahminine göre, son dört yılda AB ülkelerinde 184 milyon ila 246 milyon taşınabilir müzikçalar satıldığını ve bunun 124 milyon ila 165 milyonunun MP3 çalar olduğunu belirterek, "Kişisel müzikçalarları ve cep telefonlarından sürekli yüksek sesle müzik dinleyen gençler için endişeliyim, belki çoğu kalıcı işitme kaybı riski bulunduğunu bilmiyor" dedi.
14 Ekim 2008 Salı
Adet Öncesi Şikayetler
Adet öncesi kadın organizmasında cereyan eden bütün hadiseler, tıpta “premenstruel sendrom” adıyla anılırlar.Bu olaylar adetin başlamasıyla veya adetin birinci ikinci günü ortadan kaybolurlar.Bu hadiselerin bir diğer karakteri fonksiyonel oluşlarıdır.Yani selim bir özellik taşırlar.
Beynin önemli bir bölgesi olan Diencphalon,Premenstruel sendromun(Sendrom, tıpta birkaç belirtiden meydana gelen şikayetlerin toplamıdır.) oluşmasında orkestra şefi rolünü oynar.
Kanda östrogen hormonun yükselmesini sebep göstererek, bugün hala birçok Anglo-Sakson yazar bu sendrom için premenstruel tansiyon tabirini kullanmaktadır.Genç kızda premenstruel sendroma çok nadir rastlanır.Premenstruel sendrom özellikle genç kadının şikayetlerinden oluşan bir sendromdur.
Beynin önemli bir bölgesi olan Diencphalon,Premenstruel sendromun(Sendrom, tıpta birkaç belirtiden meydana gelen şikayetlerin toplamıdır.) oluşmasında orkestra şefi rolünü oynar.
Kanda östrogen hormonun yükselmesini sebep göstererek, bugün hala birçok Anglo-Sakson yazar bu sendrom için premenstruel tansiyon tabirini kullanmaktadır.Genç kızda premenstruel sendroma çok nadir rastlanır.Premenstruel sendrom özellikle genç kadının şikayetlerinden oluşan bir sendromdur.
Sancılı Adet Sebebleri ve Tedavileri
Adetler esnasında şiddetli sancıların ve genel şikayetlerin mevcudyetine tıp dilinde Dismenore adı verilir.Her 10 kadından 1 tanesinin bu şikayetlere sahip olduğu kabul edilmektedir.
Dismonere ilk adetin husulünden hemen birkaç ay sonra başlarsa Primer, eğer sancısız adet gören bir kadında sonradan dismenore şikayetleri başlarsa Sekonder adını alır.Dismenore şikayetlerinin uzun bir süre hatta hayat boyunca devam ettiği vakalar vardır.Primer Dismenore vakalarının yüzde 70’ini teşkil eder ve sebebi hormonaldir. Sekonder Dismenore görüldüğü andan itibaren başlar ve 24 saat sonra kaybolur, ya adetten bir gün önce başlar ve adetin başlamasından hemen sonra kaybolur veya adetten önce başlayan sancı adetin birinci günü çok şiddetlidir ve sonraki günler şiddetini azaltarak kaybolur.
Dismonere ilk adetin husulünden hemen birkaç ay sonra başlarsa Primer, eğer sancısız adet gören bir kadında sonradan dismenore şikayetleri başlarsa Sekonder adını alır.Dismenore şikayetlerinin uzun bir süre hatta hayat boyunca devam ettiği vakalar vardır.Primer Dismenore vakalarının yüzde 70’ini teşkil eder ve sebebi hormonaldir. Sekonder Dismenore görüldüğü andan itibaren başlar ve 24 saat sonra kaybolur, ya adetten bir gün önce başlar ve adetin başlamasından hemen sonra kaybolur veya adetten önce başlayan sancı adetin birinci günü çok şiddetlidir ve sonraki günler şiddetini azaltarak kaybolur.
Saçınız dökülüyor çünkü...
İki genetik farklılığın saç dökülmesi riskini 7 kat artırdığı bildirildi.
Bonn Üniversitesi'nden Axel Hillmer ve Londra'daki King's College'dan Tim Spector, iki grup üzerinde araştırma yaptı.
Bilim adamları, yüzde 80'i irsi olan ve şakaklarda başlayan, başın ön ve orta bölümlerinde devam eden erkeksi saç dökülmesine (alopesi androgenetik) büyük ölçüde zemin hazırlayan kromozoma bağlı iki değişiklik belirledi.
Avrupa'da saç dökülmesi sorunu olan, bin 125 ve 296 erkekten oluşan gruplar üzerinde yapılan araştırmalar, androjen (erkeklik hormonu) alıcısını kodlayan gendekinin yanı sıra 20. kromozomda farklılık belirlenen kişilerin saçlarının dökülme riskinin diğerlerine göre 7 kat fazla olduğunu gösterdi.
Genellikle erkekleri etkileyen ancak kadınlarda da görülebilen, çok sık rastlanan bu saç kaybı şeklinin erkeklik hormonlarına bağlı olduğu sanılıyordu.
Tim Spector, araştırmanın saç dökülmesine karşı, dökülme başlamadan önce daha etkili tedavilerin yapılmasını sağlayabileceğini belirtti.
Araştırma, İngiliz "Nature Genetics" dergisinde yayımlandı.
Bonn Üniversitesi'nden Axel Hillmer ve Londra'daki King's College'dan Tim Spector, iki grup üzerinde araştırma yaptı.
Bilim adamları, yüzde 80'i irsi olan ve şakaklarda başlayan, başın ön ve orta bölümlerinde devam eden erkeksi saç dökülmesine (alopesi androgenetik) büyük ölçüde zemin hazırlayan kromozoma bağlı iki değişiklik belirledi.
Avrupa'da saç dökülmesi sorunu olan, bin 125 ve 296 erkekten oluşan gruplar üzerinde yapılan araştırmalar, androjen (erkeklik hormonu) alıcısını kodlayan gendekinin yanı sıra 20. kromozomda farklılık belirlenen kişilerin saçlarının dökülme riskinin diğerlerine göre 7 kat fazla olduğunu gösterdi.
Genellikle erkekleri etkileyen ancak kadınlarda da görülebilen, çok sık rastlanan bu saç kaybı şeklinin erkeklik hormonlarına bağlı olduğu sanılıyordu.
Tim Spector, araştırmanın saç dökülmesine karşı, dökülme başlamadan önce daha etkili tedavilerin yapılmasını sağlayabileceğini belirtti.
Araştırma, İngiliz "Nature Genetics" dergisinde yayımlandı.
Deri kanseriyle ilişkili iki gen bulundu
İzlandalı bilim adamları Avrupa kökenli insanlar arasında sık görülen deri kanserinde riski artırdığı gözlenen iki yeni genetik varyasyonu belirledi.
İzlanda'daki Decode Genetics araştırmacılarının bulduğu iki varyasyonunda deri renginin oluşumunda bir rol oynamadığı ancak bazal hücreli epitelyoma denilen apitelin bazal hücre tabakasından gelişen ve onun karekterindeki lokal habis tümörün yayılımını hızlandırdığı bildirildi.
Koyu renkli tene sahip insanlar deri kanserine karşı doğal bir korumaya sahipler.
Merkez yetkililerinden Kari Stefansson, bu gen varyasyonlarının kanserin yayılımını hızlandırmasının nedenini henüz bilemediklerini söyledi.
Bazal hücreli epitelyoma dünyada en sık görülen kanser formu olarak biliniyor. Amerikan Dermatoloji Akademisi'ne göre güneşten gelen ultraviyole ışınları, bu kanser formunun oluşumuna neden oluyor.
Stefansson, güneşin doğrudan hücreleri etkileyemeyeceğini ancak bu gen varyasyonlarının toplam riski artırıyor olabileceğini belirtti.
İzlanda'daki Decode Genetics araştırmacılarının bulduğu iki varyasyonunda deri renginin oluşumunda bir rol oynamadığı ancak bazal hücreli epitelyoma denilen apitelin bazal hücre tabakasından gelişen ve onun karekterindeki lokal habis tümörün yayılımını hızlandırdığı bildirildi.
Koyu renkli tene sahip insanlar deri kanserine karşı doğal bir korumaya sahipler.
Merkez yetkililerinden Kari Stefansson, bu gen varyasyonlarının kanserin yayılımını hızlandırmasının nedenini henüz bilemediklerini söyledi.
Bazal hücreli epitelyoma dünyada en sık görülen kanser formu olarak biliniyor. Amerikan Dermatoloji Akademisi'ne göre güneşten gelen ultraviyole ışınları, bu kanser formunun oluşumuna neden oluyor.
Stefansson, güneşin doğrudan hücreleri etkileyemeyeceğini ancak bu gen varyasyonlarının toplam riski artırıyor olabileceğini belirtti.
Meme kanserinde umut verici gelişme
Meme kanserinde umut verici gelişmeler var. Hastalığı hem önleme hem de tedavi özelliği bulunan meme kanseri aşısının fareler üzerindeki denemesi yüzde 100 başarılı oldu.
Tıp, her geçen gün kansere karşı yeni bir çözüm üretiyor. Rahim ağzı kanserine karşı geliştirilen aşının gösterdiği başarının ardından şimdi sıra meme kanseriyle mücadelede.
Amerikan MD Anderson Kanser Merkezi'nden Dr. Christopher Crane, meme kanseri için üzerinde çalışılan aşının farelerde yüzde 100 başarıya ulaştığını söyledi.
Crane, "Rahim ağzı kanserinde ABD'de önemli ölçüde düşüş var. Genç kadınlarda aşı kanseri önleyici oldu. Tabii Smear tarama testinin de yaygınlaşması ayrı bir faktör... Aynı şekilde meme kanseri de tümördeki molekülleri tedavi eden yapıya sahip aşıyla önemli ölçüde düşüş gösterebilecek" dedi.
Dünya Kanser Kongresi için İstanbul'a gelen Dr. Crane, geliştirilmekte olan aşının sadece hastalağı önlemede değil, kanserli hastaların tedavisinde de kullanılacağını açıkladı.
Crane, "Yakın bir gelecekte memede kanser görülse bile tümörün alınmasına gerek kalmadan bu aşıyla tedavi edilebilecek" diye konuştu.
Tıp, her geçen gün kansere karşı yeni bir çözüm üretiyor. Rahim ağzı kanserine karşı geliştirilen aşının gösterdiği başarının ardından şimdi sıra meme kanseriyle mücadelede.
Amerikan MD Anderson Kanser Merkezi'nden Dr. Christopher Crane, meme kanseri için üzerinde çalışılan aşının farelerde yüzde 100 başarıya ulaştığını söyledi.
Crane, "Rahim ağzı kanserinde ABD'de önemli ölçüde düşüş var. Genç kadınlarda aşı kanseri önleyici oldu. Tabii Smear tarama testinin de yaygınlaşması ayrı bir faktör... Aynı şekilde meme kanseri de tümördeki molekülleri tedavi eden yapıya sahip aşıyla önemli ölçüde düşüş gösterebilecek" dedi.
Dünya Kanser Kongresi için İstanbul'a gelen Dr. Crane, geliştirilmekte olan aşının sadece hastalağı önlemede değil, kanserli hastaların tedavisinde de kullanılacağını açıkladı.
Crane, "Yakın bir gelecekte memede kanser görülse bile tümörün alınmasına gerek kalmadan bu aşıyla tedavi edilebilecek" diye konuştu.
"Yaşlılara D vitamini desteği verilmeli"
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Eftal Yücel, yaşlılarda kemik yıkımına bağlı kırık riskinin yüksek olduğunu belirterek, "Bunun için 65 yaşından sonra her yıl güneş ışığının az olduğu kış mevsimine girmeden ekim ayında 1 ampul Devit-3 içilmesi uygun olacaktır" dedi.
Romatoloji Araştırma ve Eğitim Derneği (RAED) tarafından 11-15 Ekim 2008'de Antalya'da düzenlenen 9. Ulusal Romatoloji Kongresine de başkanlık eden Yücel, AA muhabirine yaptığı açıklamada, halk arasında kemik erimesi olarak bilinen osteoporozun, kemiklerin güçsüzleşip kolay kırılmasına neden olan bir hastalık olduğunu söyledi.
Son 50 yılda kalp-damar sistemi hastalıkları, kanser ve inme tedavisinde görülen gelişmeler sayesinde dünya genelinde insan ömrünün yaklaşık 20 yıl uzadığı için yaşlı nüfusun arttığını belirten Yücel, "Bu nedenle kronik akciğer, alzheimer, parkinson, yüksek tansiyon, şeker, kemik erimesine bağlı kırıklar, duyu ve görme bozuklukları gibi yaşlılarda görülen hastalıkların görülme sıklığı da yükseldi" dedi.
Yücel, Türkiye'de ortalama yaşam süresinin erkeklerde 70, kadınlarda ise 72'ye çıktığını ifade ederek, osteoporozdan korunmak için her yaşta yeterli kalsiyum ve D vitamini alınması, ayrıca egzersiz yapılması gerektiğini söyledi.
Menopoz sonrasında kemik yıkımının fazla olduğunu belirten Yücel, "50 yaş üstündeki kadınlarda yaşamlarının bir döneminde kalça kırığı görülme riski ABD'de yüzde 16, İngiltere'de yüzde 15'tir. Türkiye'de ise batı ülkelerine göre osteoporoza bağlı kalça kırığı riski çok daha azdır" diye konuştu.
Kortizon riski
Yücel, osteoporozun genetik olma özelliği taşıdığını belirterek, anne ya da babasında erken yaşta kalça kırığı olanların, 3 aydan uzun süre ve günde 5 miligramdan fazla kortizon kullananların ya da kullanacakların, bazı hormonal hastalığı olanların, çok sigara içenlerin risk grubunda olduğunu kaydetti.
Yücel, osteoporozdan ve osteoporoza bağlı kırıklardan korunmak için şu önerilerde bulundu:
-Bebeklikten itibaren yeterli kalsiyum ve D vitamini alınmalı,
-Erişkinlerde menopoz öncesinde günde 1200 miligram, menopoz sonrasında
1500 miligram kalsiyum içerecek kadar süt ve süt ürünleri tüketilmeli,
-Fiziksel aktivite artırılmalı,
-Güneş ışığından yararlanılmalı,
-Sigara ve alkolden uzak durulmalı,
-Doktor tarafından önerilmedikçe kesinlikle kortizonlu ilaçlar kullanılmamalı,
-Özellikle evde kazalardan ve düşmelerden korunmak için önlem alınmalı.
Yaşlılara D vitamini
Yaşlılarda risk faktörünü azaltarak daha güçlü kemik yapısının sağlanabilmesi için kalsiyum yanında D vitamininin de çok önemli olduğuna dikkati çeken Yücel, "D vitamini eksikliği özellikle yaşlılarda oldukça sıktır. D vitamini, kemikler ve kas kuvveti için önemlidir. Bunun için 65 yaşından sonra her yıl güneş ışığının az olduğu kış mevsimine girmeden ekimde 1 ampul Devit-3 içilmesi uygun olacaktır. Bu sayede hem kemik kırıkları hem de ölüm riski azalabilir" diye konuştu.
Devit 3 ampulün kötü bir tadı olmadığını belirten Yücel, ilacın tam olarak emilimin sağlanabilmesi için ekmeğin üstüne dökülerek tüketilmesi gerektiğini söyledi.
Romatoloji Araştırma ve Eğitim Derneği (RAED) tarafından 11-15 Ekim 2008'de Antalya'da düzenlenen 9. Ulusal Romatoloji Kongresine de başkanlık eden Yücel, AA muhabirine yaptığı açıklamada, halk arasında kemik erimesi olarak bilinen osteoporozun, kemiklerin güçsüzleşip kolay kırılmasına neden olan bir hastalık olduğunu söyledi.
Son 50 yılda kalp-damar sistemi hastalıkları, kanser ve inme tedavisinde görülen gelişmeler sayesinde dünya genelinde insan ömrünün yaklaşık 20 yıl uzadığı için yaşlı nüfusun arttığını belirten Yücel, "Bu nedenle kronik akciğer, alzheimer, parkinson, yüksek tansiyon, şeker, kemik erimesine bağlı kırıklar, duyu ve görme bozuklukları gibi yaşlılarda görülen hastalıkların görülme sıklığı da yükseldi" dedi.
Yücel, Türkiye'de ortalama yaşam süresinin erkeklerde 70, kadınlarda ise 72'ye çıktığını ifade ederek, osteoporozdan korunmak için her yaşta yeterli kalsiyum ve D vitamini alınması, ayrıca egzersiz yapılması gerektiğini söyledi.
Menopoz sonrasında kemik yıkımının fazla olduğunu belirten Yücel, "50 yaş üstündeki kadınlarda yaşamlarının bir döneminde kalça kırığı görülme riski ABD'de yüzde 16, İngiltere'de yüzde 15'tir. Türkiye'de ise batı ülkelerine göre osteoporoza bağlı kalça kırığı riski çok daha azdır" diye konuştu.
Kortizon riski
Yücel, osteoporozun genetik olma özelliği taşıdığını belirterek, anne ya da babasında erken yaşta kalça kırığı olanların, 3 aydan uzun süre ve günde 5 miligramdan fazla kortizon kullananların ya da kullanacakların, bazı hormonal hastalığı olanların, çok sigara içenlerin risk grubunda olduğunu kaydetti.
Yücel, osteoporozdan ve osteoporoza bağlı kırıklardan korunmak için şu önerilerde bulundu:
-Bebeklikten itibaren yeterli kalsiyum ve D vitamini alınmalı,
-Erişkinlerde menopoz öncesinde günde 1200 miligram, menopoz sonrasında
1500 miligram kalsiyum içerecek kadar süt ve süt ürünleri tüketilmeli,
-Fiziksel aktivite artırılmalı,
-Güneş ışığından yararlanılmalı,
-Sigara ve alkolden uzak durulmalı,
-Doktor tarafından önerilmedikçe kesinlikle kortizonlu ilaçlar kullanılmamalı,
-Özellikle evde kazalardan ve düşmelerden korunmak için önlem alınmalı.
Yaşlılara D vitamini
Yaşlılarda risk faktörünü azaltarak daha güçlü kemik yapısının sağlanabilmesi için kalsiyum yanında D vitamininin de çok önemli olduğuna dikkati çeken Yücel, "D vitamini eksikliği özellikle yaşlılarda oldukça sıktır. D vitamini, kemikler ve kas kuvveti için önemlidir. Bunun için 65 yaşından sonra her yıl güneş ışığının az olduğu kış mevsimine girmeden ekimde 1 ampul Devit-3 içilmesi uygun olacaktır. Bu sayede hem kemik kırıkları hem de ölüm riski azalabilir" diye konuştu.
Devit 3 ampulün kötü bir tadı olmadığını belirten Yücel, ilacın tam olarak emilimin sağlanabilmesi için ekmeğin üstüne dökülerek tüketilmesi gerektiğini söyledi.
Diş bakımında yapılan 30 büyük hata
Kimimiz ağrıyı keser diye dişe rakı ya da tuz basıyoruz, kimimiz dişi kanayınca seviniyoruz ama...
Diş bakımında ‘şehir efsaneleri’ ve kulaktan dolma bilgiler bakımından hayli zenginiz! Dişleri çizer diye macun kullanmayanlar, daha iyi temizler diye en sert diş fırçasını arayıp bulanlar, dişleri kanadı diye sevinenler, ‘çürükler kalıtsaldır, çarpık dişler doğuştandır’ deyip kaderine boyun eğenler…
Kimimiz protezleri çamaşır suyuna koyuyoruz, kimimiz ağrıyı keser diye dişe rakı, tütün ya da tuz basıyoruz. Ama en önemlisi de diş ağrısından duramayacak hale gelinceye kadar diş doktoruna gitmeyi düşünmüyoruz… Hal böyle olunca da ağız ve diş sağlığında sınıfta kalıyoruz!
Medical Park Bahçelievler Hastanesi Ağız ve Diş Sağlığı Uzmanı Dr. Ahmet Mihmanlı, ağız ve diş sağlığı konusunda yaptığımız hataları ve topluma yerleşmiş yanlış inanışları anlattı:
1- SERT DİŞ FIRÇASI DAHA İYİ TEMİZLER: İyi fırçalamak; fırçanın sertliğiyle değil, fırçalama tekniğiyle ilgilidir. Genellikle orta sertlikte diş fırçaları kullanılır. Çok sert fırçalar, dişleri aşındırabilir. Çok yumuşak fırçalar ise dişleri temizlemeyebilir.
2- SERT FIRÇALAMAK DİŞLERİ DAHA İYİ TEMİZLER: Dişleri sert fırçalamak; dişleri temizlemek yerine, ‘fırça çürüğü’ dediğimiz aşınmalara neden olur. Dişlerin mine tabakası aşındığı için, alttaki sarı tabaka ortaya çıkar ve dişler daha sarı gözükür. Ayrıca sert fırçalamak, dişlerde hassasiyete ve diş eti çekilmesine neden olur.
3- DİŞ MACUNUNU FAZLA KULLANMAK DİŞLERİ ÇİZER: Dişlerin mine tabakasının çizilmesi; macunun fazla kullanılmasıyla ilgili değil, kullanılan macunun granüllerinin büyük olmasıyla ilgilidir. O yüzden granülleri büyük olan macunların uzun süreli kullanımından kaçınılmalı. Fırçanın üzerine konulan macunun miktarı ise ‘mercimek tanesi’ büyüklüğünde olmalı.
4- KARBONAT VE TUZLA FIRÇALAMAK DİŞLERİ BEYAZLATIR: Bu maddeler iri granüllü olduğu için dişin mine tabakalarını çizer ve aşındırır. Bunun sonucunda; dişin parlaklığı gider ve yediğimiz ve içtiğimiz besinlerle, dişler daha kısa zamanda renkleşmeye başlar.
5- SARI DİŞLER DAHA SAĞLAMDIR: Dişin rengi dişin sağlamlığını belirlemez.
DİŞ FIRÇASI VE MACUN ISLATILMAZ!
6- DİŞLER, MACUN VE FIRÇA ISLATILARAK FIRÇALANMALI: Diş fırçası, fırçalamaya başlamadan önce ıslatılmamalıdır. Çünkü; fırça kılları ıslatılınca, sertliğini kaybeder. Macunun köpürmesi için de yeterli sıvı ağızda mevcuttur.
7- MACUN KULLANMAYA BAŞLADIKTAN SONRA DİŞLERİM ÇÜRÜDÜ: Macun; dişleri fırçalarken sabun görevi görür ve içeriğinde dişlerde biriken mikroorganizmaları yok etmek için etken maddeler vardır. Yani çürümeye neden olmaz.
8- ÇÜRÜKLER GENETİKTİR, NE YAPARSAN YAP DİŞİN ÇÜRÜR: Bireyler arasında çürüğe yatkınlık farklı olabilir. Fakat kötü beslenme alışkanlığının düzeltilmesi, ağız hijyenine önem verilmesi ve düzenli diş hekimi kontrolleri durumunda çürüğe yatkınlığın bir önemi kalmaz.
DİŞLER KAHVALTIDAN SONRA FIRÇALANIR
9- DİŞLER KAHVALTIDAN ÖNCE FIRÇALANIR: Dişler günde en az iki kez, kahvaltıdan sonra ve yatmadan önce fırçalanmalı. Diş fırçalama işlemi bitince, dilin üst kısmı da yumuşakça fırçalanmalı.
10- ESTETİK DİŞ DOĞUŞTAN OLUR, ÇARPIK DİŞTEN KURTULUŞ YOK: Diş düzeltme (ortodonti); dişler ağızda mevcut olduğu sürece her yaşta uygulanabilir. Ortodontik tedavi sayesinde; dişler mevcutsa, her yaşta düzeltme yapılarak, güzel gözüken dişlere sahip olunabilir.
11- HER BÜNYE İMPLANTI KABUL ETMEZ: İmplant; eksik olan dişlerin yerine çene kemiğine yerleştirilen yapay diş kökleri olarak tanımlanabilir. Sadece yara iyileşmesini etkileyen bir sistemik hastalık ile kontrol altında olmayan kalp ve şeker hastalığı varsa yapılmaz.
12- HAREKETLİ PROTEZLER ÇAMAŞIR SUYUNA KONURSA BEYAZLAR: Hareketli protezleri çamaşır suyuna koymak zararlıdır. Protezin kırılganlığını artırır ve protezin ömrünü azaltır. Protezler için özel temizleme tabletleri vardır; onlar kullanılmalı.
13- ÇEKTİRDİĞİM 20 YAŞ DİŞİNİN YERİNE DİŞ YAPTIRMALIYIM: Çekilen 20 yaş dişlerinin yerine protez diş yaptırmaya gerek yoktur.
DİŞİNİZ KANAYINCA SEVİNMEYİN BİR DOKTORA GİDİN!
14- DİŞ RÖNTGENİ ÇEKTİRİRSEM ÇOK FAZLA IŞIN ALIRIM: Diş röntgenleriyle alınan radyasyon çok azdır. Bu radyasyon doğada alınan radyasyondan daha azdır.
15- BEYAZLATMA (BLEACHİNG) DİŞLERİ DAHA DA SARARTIR: Beyazlatma; normal diş rengini daha da açmak için yapılır. Beyazlatmanın ilk yapıldığı dönemlerde; kahve, çay ve sigara gibi dişleri renklendirecek etkenlerden uzak durmak gerekir. Beyazlatmayı yapacak hekimin tavsiyelerine uyulursa, beyazlatmanın hiçbir yan etkisi yoktur.
16- DİŞ TAŞLARI TEMİZLENDİKTEN SONRA DAHA ÇOK DİŞ TAŞI OLUŞUR: Düzenli ve doğru fırçalama diş taşı oluşumunu engeller. Altı ayda bir diş hekimi kontrolü sayesinde; iyi fırçalayamadığımız alanlarda oluşan diş taşları, hekim tarafından temizlenmiş olur. Bunun da herhangi bir zararı yoktur.
17- DİŞ TAŞI TEMİZLİĞİ DİŞİN MİNESİNE ZARAR VERİR: Diş taşı temizliği doğru uygulandığı takdirde minenin zedelenmesine neden olmaz. Çünkü diş taşı temizliği işleminde; diş dokusundan değil, diş yüzeyine ait olmayan oluşumlar (plak, diş taşı) uzaklaştırılır.
18- DİŞ FIRÇALARKEN DİŞ ETLERİNİN KANAMASI İYİDİR: Diş fırçalarken görülen kanamalar, diş eti iltihabının belirtilerinden biridir. Vakit geçirmeden bir diş hekimine başvurmak gerekir. Diş etlerinin, kanamadan dolayı fırçalanmaması sonucu, mevcut iltihabi durum şiddetlenecektir. Hastalar kanama olan bölgeyi daha iyi fırçalamalı ve diş hekimine tedavi için başvurmalı.
DİŞ HEKİMİNİN KAS GÜCÜNE DEĞİL UZMANLIĞINA BAKIN!
19- SÜT DİŞLERİ NASIL OLSA DÖKÜLECEK DOLGU GEREKSİZDİR: Süt dişinin erken çekimi, alttan gelen daimi dişlerde çapraşıklığa ve çene kemiği gelişiminde bozulmalara neden olur.
20- ERKEK DİŞ HEKİMLERİ DAHA İYİ DİŞ ÇEKER: Diş çekimi belli prosedürler doğrultusunda uygulanan bir işlem olup, uygulanan kuvvetle alakalı değildir.
21- ÇEKİM İÇİN KULLANILAN LOKAL ANESTEZİKLER MORFİNDİR BAĞIMLILILIK YAPAR: Diş hekimliğinde kullanılan lokal anestezik maddeler morfin içerikli değildir; alışkanlık yapmaz. Morfin, tıp alanında sınırlı vakalarda kullanılan bir ilaçtır.
22- DİŞ ÇEKİMİ AVRUPA MALI MORFİNLE YAPILIRSA AĞRIMAZ: Günümüzdeki lokal anestezik maddeler belli standartlarda üretilmiştir. Avrupa malı olmasına gerek yoktur.
23- DİŞ AĞRIYINCA DİŞİN ÜZERİNE ASPİRİN, RAKI, KOLONYA, TÜTÜN VE TUZ KOYMAK AĞRIYI KESER: Alkol ve alkol içerikli maddelerin diş ve diş eti bölgesine uygulanması sonucu diş etlerinde ‘alkol-aspirin yanığı’ denilen komplikasyonlara neden olur. Dişlerin üzerine uygulanan diğer maddelerin (tütün, tuz vb.) de ağrı kesici özellikleri yoktur. Ağrı, ancak mevcut sorun giderildiğinde ortadan kalkar.
24- ÇÜRÜK DİŞ ÇEKİLDİKTEN SONRA PİS KAN AKITILMALIDIR, ÇEKİLEN DİŞİN YERİNİ KANATMAK İYİDİR: Diş çekiminden sonra, çekim boşluğuna hastanın yaptığı müdahaleler sonucu bölgenin sürekli kanatılması ya da pıhtının uzaklaştırılması, diş çekimi yapılan yerin iltihaplanmasına neden olur. Oluşan pıhtı korunmalıdır.
HİÇBİR PROTEZ KENDİ DİŞİNİZİN YERİNİ TUTMAZ!
25- EN KOLAY ÇÖZÜM ÇÜRÜK DİŞİ ÇEKTİRİP KURTULMAK: Çürük diş için mümkün olan her türlü tedavi uygulanmalı. Çünkü ne fonksiyon ne de estetik yönünden hiçbir protez kendi dişinizden daha iyi olamaz.
26- AĞIZ KOKUSU HERKESTE OLUR VE GEÇMEZ: Ağız kokusu; diş çürüğü, diş eti hastalığı, sindirim sistemi ile ilgili rahatsızlıklar, sinüzit ya da üst solunum yolu enfeksiyonları kaynaklı olabilir. Bu hastalıkların tedavisi sonucunda ağız kokusu önlenebilir.
27- DİŞ TELİ SADECE ÇOCUKLARDA KULLANILIR: Ortodonti (tel tedavisi) alanındaki son gelişmeler sayesinde; tel tedavisi sadece çocuklara değil, erişkin hastalar için de uygulanabilir.
28- HER HAMİLELİK BİR DİŞ GÖTÜRÜR: Her hamilelikte diş kaybının gerçekleşmesi söz konusu değildir. Ağız bakımının tam olarak sağlanamaması, tedavi edilemeyen çürüklerin varlığı ve diş eti hastalıklarının ilerlemesi durumunda diş kayıpları görülür.
29- HAMİLELİKTE DİŞ ETLERİ KANAR ÇÜNKÜ DİŞTEN KALSİYUM ÇEKİLİYORDUR: Hamilelikteki diş eti kanaması, dişten kalsiyum çekilmesi nedeniyle olmaz. Kanamanın nedeni; ağız bakımının yeterli sağlanmaması durumunda hamilelikteki hormonal değişiklikler sonucu diş eti iltihabının oluşması ya da mevcut diş eti iltihabının şiddetlenmesidir.
30- HAMİLELİKTE DİŞ TEDAVİSİ BEBEĞE ZARAR VERİR: Acil olan diş tedavileri, hamileliğin her döneminde yapılabilir.
Diş bakımında ‘şehir efsaneleri’ ve kulaktan dolma bilgiler bakımından hayli zenginiz! Dişleri çizer diye macun kullanmayanlar, daha iyi temizler diye en sert diş fırçasını arayıp bulanlar, dişleri kanadı diye sevinenler, ‘çürükler kalıtsaldır, çarpık dişler doğuştandır’ deyip kaderine boyun eğenler…
Kimimiz protezleri çamaşır suyuna koyuyoruz, kimimiz ağrıyı keser diye dişe rakı, tütün ya da tuz basıyoruz. Ama en önemlisi de diş ağrısından duramayacak hale gelinceye kadar diş doktoruna gitmeyi düşünmüyoruz… Hal böyle olunca da ağız ve diş sağlığında sınıfta kalıyoruz!
Medical Park Bahçelievler Hastanesi Ağız ve Diş Sağlığı Uzmanı Dr. Ahmet Mihmanlı, ağız ve diş sağlığı konusunda yaptığımız hataları ve topluma yerleşmiş yanlış inanışları anlattı:
1- SERT DİŞ FIRÇASI DAHA İYİ TEMİZLER: İyi fırçalamak; fırçanın sertliğiyle değil, fırçalama tekniğiyle ilgilidir. Genellikle orta sertlikte diş fırçaları kullanılır. Çok sert fırçalar, dişleri aşındırabilir. Çok yumuşak fırçalar ise dişleri temizlemeyebilir.
2- SERT FIRÇALAMAK DİŞLERİ DAHA İYİ TEMİZLER: Dişleri sert fırçalamak; dişleri temizlemek yerine, ‘fırça çürüğü’ dediğimiz aşınmalara neden olur. Dişlerin mine tabakası aşındığı için, alttaki sarı tabaka ortaya çıkar ve dişler daha sarı gözükür. Ayrıca sert fırçalamak, dişlerde hassasiyete ve diş eti çekilmesine neden olur.
3- DİŞ MACUNUNU FAZLA KULLANMAK DİŞLERİ ÇİZER: Dişlerin mine tabakasının çizilmesi; macunun fazla kullanılmasıyla ilgili değil, kullanılan macunun granüllerinin büyük olmasıyla ilgilidir. O yüzden granülleri büyük olan macunların uzun süreli kullanımından kaçınılmalı. Fırçanın üzerine konulan macunun miktarı ise ‘mercimek tanesi’ büyüklüğünde olmalı.
4- KARBONAT VE TUZLA FIRÇALAMAK DİŞLERİ BEYAZLATIR: Bu maddeler iri granüllü olduğu için dişin mine tabakalarını çizer ve aşındırır. Bunun sonucunda; dişin parlaklığı gider ve yediğimiz ve içtiğimiz besinlerle, dişler daha kısa zamanda renkleşmeye başlar.
5- SARI DİŞLER DAHA SAĞLAMDIR: Dişin rengi dişin sağlamlığını belirlemez.
DİŞ FIRÇASI VE MACUN ISLATILMAZ!
6- DİŞLER, MACUN VE FIRÇA ISLATILARAK FIRÇALANMALI: Diş fırçası, fırçalamaya başlamadan önce ıslatılmamalıdır. Çünkü; fırça kılları ıslatılınca, sertliğini kaybeder. Macunun köpürmesi için de yeterli sıvı ağızda mevcuttur.
7- MACUN KULLANMAYA BAŞLADIKTAN SONRA DİŞLERİM ÇÜRÜDÜ: Macun; dişleri fırçalarken sabun görevi görür ve içeriğinde dişlerde biriken mikroorganizmaları yok etmek için etken maddeler vardır. Yani çürümeye neden olmaz.
8- ÇÜRÜKLER GENETİKTİR, NE YAPARSAN YAP DİŞİN ÇÜRÜR: Bireyler arasında çürüğe yatkınlık farklı olabilir. Fakat kötü beslenme alışkanlığının düzeltilmesi, ağız hijyenine önem verilmesi ve düzenli diş hekimi kontrolleri durumunda çürüğe yatkınlığın bir önemi kalmaz.
DİŞLER KAHVALTIDAN SONRA FIRÇALANIR
9- DİŞLER KAHVALTIDAN ÖNCE FIRÇALANIR: Dişler günde en az iki kez, kahvaltıdan sonra ve yatmadan önce fırçalanmalı. Diş fırçalama işlemi bitince, dilin üst kısmı da yumuşakça fırçalanmalı.
10- ESTETİK DİŞ DOĞUŞTAN OLUR, ÇARPIK DİŞTEN KURTULUŞ YOK: Diş düzeltme (ortodonti); dişler ağızda mevcut olduğu sürece her yaşta uygulanabilir. Ortodontik tedavi sayesinde; dişler mevcutsa, her yaşta düzeltme yapılarak, güzel gözüken dişlere sahip olunabilir.
11- HER BÜNYE İMPLANTI KABUL ETMEZ: İmplant; eksik olan dişlerin yerine çene kemiğine yerleştirilen yapay diş kökleri olarak tanımlanabilir. Sadece yara iyileşmesini etkileyen bir sistemik hastalık ile kontrol altında olmayan kalp ve şeker hastalığı varsa yapılmaz.
12- HAREKETLİ PROTEZLER ÇAMAŞIR SUYUNA KONURSA BEYAZLAR: Hareketli protezleri çamaşır suyuna koymak zararlıdır. Protezin kırılganlığını artırır ve protezin ömrünü azaltır. Protezler için özel temizleme tabletleri vardır; onlar kullanılmalı.
13- ÇEKTİRDİĞİM 20 YAŞ DİŞİNİN YERİNE DİŞ YAPTIRMALIYIM: Çekilen 20 yaş dişlerinin yerine protez diş yaptırmaya gerek yoktur.
DİŞİNİZ KANAYINCA SEVİNMEYİN BİR DOKTORA GİDİN!
14- DİŞ RÖNTGENİ ÇEKTİRİRSEM ÇOK FAZLA IŞIN ALIRIM: Diş röntgenleriyle alınan radyasyon çok azdır. Bu radyasyon doğada alınan radyasyondan daha azdır.
15- BEYAZLATMA (BLEACHİNG) DİŞLERİ DAHA DA SARARTIR: Beyazlatma; normal diş rengini daha da açmak için yapılır. Beyazlatmanın ilk yapıldığı dönemlerde; kahve, çay ve sigara gibi dişleri renklendirecek etkenlerden uzak durmak gerekir. Beyazlatmayı yapacak hekimin tavsiyelerine uyulursa, beyazlatmanın hiçbir yan etkisi yoktur.
16- DİŞ TAŞLARI TEMİZLENDİKTEN SONRA DAHA ÇOK DİŞ TAŞI OLUŞUR: Düzenli ve doğru fırçalama diş taşı oluşumunu engeller. Altı ayda bir diş hekimi kontrolü sayesinde; iyi fırçalayamadığımız alanlarda oluşan diş taşları, hekim tarafından temizlenmiş olur. Bunun da herhangi bir zararı yoktur.
17- DİŞ TAŞI TEMİZLİĞİ DİŞİN MİNESİNE ZARAR VERİR: Diş taşı temizliği doğru uygulandığı takdirde minenin zedelenmesine neden olmaz. Çünkü diş taşı temizliği işleminde; diş dokusundan değil, diş yüzeyine ait olmayan oluşumlar (plak, diş taşı) uzaklaştırılır.
18- DİŞ FIRÇALARKEN DİŞ ETLERİNİN KANAMASI İYİDİR: Diş fırçalarken görülen kanamalar, diş eti iltihabının belirtilerinden biridir. Vakit geçirmeden bir diş hekimine başvurmak gerekir. Diş etlerinin, kanamadan dolayı fırçalanmaması sonucu, mevcut iltihabi durum şiddetlenecektir. Hastalar kanama olan bölgeyi daha iyi fırçalamalı ve diş hekimine tedavi için başvurmalı.
DİŞ HEKİMİNİN KAS GÜCÜNE DEĞİL UZMANLIĞINA BAKIN!
19- SÜT DİŞLERİ NASIL OLSA DÖKÜLECEK DOLGU GEREKSİZDİR: Süt dişinin erken çekimi, alttan gelen daimi dişlerde çapraşıklığa ve çene kemiği gelişiminde bozulmalara neden olur.
20- ERKEK DİŞ HEKİMLERİ DAHA İYİ DİŞ ÇEKER: Diş çekimi belli prosedürler doğrultusunda uygulanan bir işlem olup, uygulanan kuvvetle alakalı değildir.
21- ÇEKİM İÇİN KULLANILAN LOKAL ANESTEZİKLER MORFİNDİR BAĞIMLILILIK YAPAR: Diş hekimliğinde kullanılan lokal anestezik maddeler morfin içerikli değildir; alışkanlık yapmaz. Morfin, tıp alanında sınırlı vakalarda kullanılan bir ilaçtır.
22- DİŞ ÇEKİMİ AVRUPA MALI MORFİNLE YAPILIRSA AĞRIMAZ: Günümüzdeki lokal anestezik maddeler belli standartlarda üretilmiştir. Avrupa malı olmasına gerek yoktur.
23- DİŞ AĞRIYINCA DİŞİN ÜZERİNE ASPİRİN, RAKI, KOLONYA, TÜTÜN VE TUZ KOYMAK AĞRIYI KESER: Alkol ve alkol içerikli maddelerin diş ve diş eti bölgesine uygulanması sonucu diş etlerinde ‘alkol-aspirin yanığı’ denilen komplikasyonlara neden olur. Dişlerin üzerine uygulanan diğer maddelerin (tütün, tuz vb.) de ağrı kesici özellikleri yoktur. Ağrı, ancak mevcut sorun giderildiğinde ortadan kalkar.
24- ÇÜRÜK DİŞ ÇEKİLDİKTEN SONRA PİS KAN AKITILMALIDIR, ÇEKİLEN DİŞİN YERİNİ KANATMAK İYİDİR: Diş çekiminden sonra, çekim boşluğuna hastanın yaptığı müdahaleler sonucu bölgenin sürekli kanatılması ya da pıhtının uzaklaştırılması, diş çekimi yapılan yerin iltihaplanmasına neden olur. Oluşan pıhtı korunmalıdır.
HİÇBİR PROTEZ KENDİ DİŞİNİZİN YERİNİ TUTMAZ!
25- EN KOLAY ÇÖZÜM ÇÜRÜK DİŞİ ÇEKTİRİP KURTULMAK: Çürük diş için mümkün olan her türlü tedavi uygulanmalı. Çünkü ne fonksiyon ne de estetik yönünden hiçbir protez kendi dişinizden daha iyi olamaz.
26- AĞIZ KOKUSU HERKESTE OLUR VE GEÇMEZ: Ağız kokusu; diş çürüğü, diş eti hastalığı, sindirim sistemi ile ilgili rahatsızlıklar, sinüzit ya da üst solunum yolu enfeksiyonları kaynaklı olabilir. Bu hastalıkların tedavisi sonucunda ağız kokusu önlenebilir.
27- DİŞ TELİ SADECE ÇOCUKLARDA KULLANILIR: Ortodonti (tel tedavisi) alanındaki son gelişmeler sayesinde; tel tedavisi sadece çocuklara değil, erişkin hastalar için de uygulanabilir.
28- HER HAMİLELİK BİR DİŞ GÖTÜRÜR: Her hamilelikte diş kaybının gerçekleşmesi söz konusu değildir. Ağız bakımının tam olarak sağlanamaması, tedavi edilemeyen çürüklerin varlığı ve diş eti hastalıklarının ilerlemesi durumunda diş kayıpları görülür.
29- HAMİLELİKTE DİŞ ETLERİ KANAR ÇÜNKÜ DİŞTEN KALSİYUM ÇEKİLİYORDUR: Hamilelikteki diş eti kanaması, dişten kalsiyum çekilmesi nedeniyle olmaz. Kanamanın nedeni; ağız bakımının yeterli sağlanmaması durumunda hamilelikteki hormonal değişiklikler sonucu diş eti iltihabının oluşması ya da mevcut diş eti iltihabının şiddetlenmesidir.
30- HAMİLELİKTE DİŞ TEDAVİSİ BEBEĞE ZARAR VERİR: Acil olan diş tedavileri, hamileliğin her döneminde yapılabilir.
Varis neden oluşur?
Onunla uğraşmak istemeyenlere öneriler...
Trakya Üniversitesi (TÜ) Tıp Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mutasim Süngün, sürekli ayakta kalmanın ya da uzun süre oturmanın varise neden olduğunu belirtti.
Prof. Dr. Süngün, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hareketsizliğin, varisi tetikleyen en büyük etken olduğunu, özellikle kadınların fazla oturmaması ve ayakta kalmaması gerektiğini söyledi.
Türkiye'de her 4 kadından birinde varis olduğunu ifade eden Prof. Dr. Süngün, ''Hormonal etkenlerin yanında, gebelikler ve uzun süre kullanılan doğum kontrol ilaçları kadınlarda varise neden oluyor. Varisle uğraşmak isteyemeyen kadınların oturmak yerine hareket etmesi gerekli'' dedi.
Varisin, toplardamarların genişlemesiyle oluştuğunu bildiren Prof. Dr. Süngün, şöyle devam etti:
''Genellikle vücudun en fazla basınç altında kalan bölgesi olan bacakların alt kısımlarında görülen varis, yalnızca estetik açıdan değil, sağlık açısından da önlem almayı gerektirir.
Bu durum, damarların deri yüzeyinde görünür hale gelip morarması ile kendini gösterir. Ayak bileklerinde şişlikler oluşabilir. Uzun süre ayakta kalındığında bacaklarda ağrı ve karıncalanma hissedilir.
Varis tedavi edilmezse ciltte çeşitli ödemlere sebep olabilir. İlerleyen varis kan dolaşımında da önemli problemlere yol açabilir. Varislerin ilerlemesine engel olmak için fark edildiğinde bir uzmana gidilmesi gerekir.''
-GENETİK OLABİLİR -
Prof. Dr. Mutasim Süngün, ailesel yatkınlığın, ayakta fazla kalmanın ve hareketsiz uzun süreli oturmayı gerektiren işlerin varise neden olabileceğini belirtti.
Bunun yanında şişmanlık ve yaşlılığın da risk faktörleri arasında olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Süngün, ''Hamilelik sırasında aşırı kilo alımı ve hormonal değişiklikler de varisin oluşmasında etkilidir. Kadınlarda daha sık rastlanmasının nedeni ise hormonal etkenlerin yanında, gebelikler ve uzun süre kullanılan doğum kontrol ilaçlarıdır'' diye konuştu.
Özellikle uzun süre ayakta durmayı ya da oturmayı gerektiren işlerde çalışan kadınların fırsat buldukları her an ayaklarını yukarı kaldırarak kan dolaşımlarını rahatlatmaları gerektiğini anımsatan Prof. Dr. Süngün, şunları kaydetti:
''Eğer bunları yapamıyorlarsa en azından aralıklı zamanlarda ayaklarını ileri-geri hareket ettirerek baldır kaslarını çalıştırmaları gerekir. Özellikle yürüyüş ve yüzme gibi sporlar, varislerin gelişimini önlemede önemli bir role sahiptir. Her fırsatta bacaklarınızı kalp seviyesinin üzerinde olacak şekilde uzatıp dinlenmeye gayret edin.
Uzun süre hareketsiz oturmaktan ve ayakta kalmaktan kaçının. Düzenli olarak egzersiz yapılmalı, kilo almamaya dikkat edilmeli, sigara ve alkol tüketimi azaltılmalı. Kısaca, mümkün olduğunca hareketli bir yaşam tarzını benimseyin.
Diğer taraftan, çok sıcak suyla banyo yapmak da varislerin ilerlemesini hızlandırır. Bu nedenle kaplıca, sauna gibi sıcak ortamlardan uzak durmak, sıcak kum ve güneşte fazla kalmamak gerekir. Bunların yanı sıra dar pantolonlar da varisi tetikler.''
Trakya Üniversitesi (TÜ) Tıp Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mutasim Süngün, sürekli ayakta kalmanın ya da uzun süre oturmanın varise neden olduğunu belirtti.
Prof. Dr. Süngün, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hareketsizliğin, varisi tetikleyen en büyük etken olduğunu, özellikle kadınların fazla oturmaması ve ayakta kalmaması gerektiğini söyledi.
Türkiye'de her 4 kadından birinde varis olduğunu ifade eden Prof. Dr. Süngün, ''Hormonal etkenlerin yanında, gebelikler ve uzun süre kullanılan doğum kontrol ilaçları kadınlarda varise neden oluyor. Varisle uğraşmak isteyemeyen kadınların oturmak yerine hareket etmesi gerekli'' dedi.
Varisin, toplardamarların genişlemesiyle oluştuğunu bildiren Prof. Dr. Süngün, şöyle devam etti:
''Genellikle vücudun en fazla basınç altında kalan bölgesi olan bacakların alt kısımlarında görülen varis, yalnızca estetik açıdan değil, sağlık açısından da önlem almayı gerektirir.
Bu durum, damarların deri yüzeyinde görünür hale gelip morarması ile kendini gösterir. Ayak bileklerinde şişlikler oluşabilir. Uzun süre ayakta kalındığında bacaklarda ağrı ve karıncalanma hissedilir.
Varis tedavi edilmezse ciltte çeşitli ödemlere sebep olabilir. İlerleyen varis kan dolaşımında da önemli problemlere yol açabilir. Varislerin ilerlemesine engel olmak için fark edildiğinde bir uzmana gidilmesi gerekir.''
-GENETİK OLABİLİR -
Prof. Dr. Mutasim Süngün, ailesel yatkınlığın, ayakta fazla kalmanın ve hareketsiz uzun süreli oturmayı gerektiren işlerin varise neden olabileceğini belirtti.
Bunun yanında şişmanlık ve yaşlılığın da risk faktörleri arasında olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Süngün, ''Hamilelik sırasında aşırı kilo alımı ve hormonal değişiklikler de varisin oluşmasında etkilidir. Kadınlarda daha sık rastlanmasının nedeni ise hormonal etkenlerin yanında, gebelikler ve uzun süre kullanılan doğum kontrol ilaçlarıdır'' diye konuştu.
Özellikle uzun süre ayakta durmayı ya da oturmayı gerektiren işlerde çalışan kadınların fırsat buldukları her an ayaklarını yukarı kaldırarak kan dolaşımlarını rahatlatmaları gerektiğini anımsatan Prof. Dr. Süngün, şunları kaydetti:
''Eğer bunları yapamıyorlarsa en azından aralıklı zamanlarda ayaklarını ileri-geri hareket ettirerek baldır kaslarını çalıştırmaları gerekir. Özellikle yürüyüş ve yüzme gibi sporlar, varislerin gelişimini önlemede önemli bir role sahiptir. Her fırsatta bacaklarınızı kalp seviyesinin üzerinde olacak şekilde uzatıp dinlenmeye gayret edin.
Uzun süre hareketsiz oturmaktan ve ayakta kalmaktan kaçının. Düzenli olarak egzersiz yapılmalı, kilo almamaya dikkat edilmeli, sigara ve alkol tüketimi azaltılmalı. Kısaca, mümkün olduğunca hareketli bir yaşam tarzını benimseyin.
Diğer taraftan, çok sıcak suyla banyo yapmak da varislerin ilerlemesini hızlandırır. Bu nedenle kaplıca, sauna gibi sıcak ortamlardan uzak durmak, sıcak kum ve güneşte fazla kalmamak gerekir. Bunların yanı sıra dar pantolonlar da varisi tetikler.''
Erkekler dikkat!
Antidepresanlar sperm tahribatına yol açıyor.
İçinde paroxetine ve fluoksetin gibi etken maddeli Sık kullanılan anti-depresan ilaçların spermlerde DNA tahribatına yol açarak erkeklerin üreme fonksiyonu üzerine olumsuz etkilediği saptandı.
Sağlık Araştırmaları sitesinde yer alan bir araştırmaya göre, sık sık kullanılan anti depresanların erkeklerin üreme fonksiyonlarını olumsuz yönde etkileyebileceği belirtiliyor.
35 gönüllü erkek üzerinde yapılan bir araştırmada, kişilere paroxetine adlı anti-depresan ilaç verildikten sonra spermlerinin yapısı incelendi. Çalışma grubunda paroxetine tedavisinden önce ortalama yüzde 13.8 olan parçalı DNA oranının, tedaviden yaklaşık 4 hafta sonra yüzde 30.3 değerine yükseldiği görüldü.
New York Cornell Tıp Merkezi'nden Dr. Peter Schlegel ve Dr. Ciğdem Tanrikut tarafından açıklanan araştırma raporunda, bu düzeydeki sperm DNA'sı tahribatının embriyo canlılığını olumsuz etkileyebileceğine dikkat çekildi.
Aynı araştırma ekibi, 2006 yılında sinir siteminde serotonin düzeyini arttıran 2 tür anti-depresan ilacın erkeklerde sperm sayısında azalmaya da neden olduğunu rapor etmişlerdi. Diğer bazı araştırmalarda ise SSRI grubu ilaçların erkeklerde libido azalmasına, kadınlarda ise düşük doğum ağırlıklı bebek doğumuna neden olabileceği sonuçlarına ulaşılmıştı.
Sinir sistemine serotonin geri alımını engelleyerek (SSRI) etki eden paroxetine ve fluoksetin etken maddeli ilaçlar dünya genelinde en çok reçete edilen anti-depresan ilaçlar arasında bulunuyor.
İçinde paroxetine ve fluoksetin gibi etken maddeli Sık kullanılan anti-depresan ilaçların spermlerde DNA tahribatına yol açarak erkeklerin üreme fonksiyonu üzerine olumsuz etkilediği saptandı.
Sağlık Araştırmaları sitesinde yer alan bir araştırmaya göre, sık sık kullanılan anti depresanların erkeklerin üreme fonksiyonlarını olumsuz yönde etkileyebileceği belirtiliyor.
35 gönüllü erkek üzerinde yapılan bir araştırmada, kişilere paroxetine adlı anti-depresan ilaç verildikten sonra spermlerinin yapısı incelendi. Çalışma grubunda paroxetine tedavisinden önce ortalama yüzde 13.8 olan parçalı DNA oranının, tedaviden yaklaşık 4 hafta sonra yüzde 30.3 değerine yükseldiği görüldü.
New York Cornell Tıp Merkezi'nden Dr. Peter Schlegel ve Dr. Ciğdem Tanrikut tarafından açıklanan araştırma raporunda, bu düzeydeki sperm DNA'sı tahribatının embriyo canlılığını olumsuz etkileyebileceğine dikkat çekildi.
Aynı araştırma ekibi, 2006 yılında sinir siteminde serotonin düzeyini arttıran 2 tür anti-depresan ilacın erkeklerde sperm sayısında azalmaya da neden olduğunu rapor etmişlerdi. Diğer bazı araştırmalarda ise SSRI grubu ilaçların erkeklerde libido azalmasına, kadınlarda ise düşük doğum ağırlıklı bebek doğumuna neden olabileceği sonuçlarına ulaşılmıştı.
Sinir sistemine serotonin geri alımını engelleyerek (SSRI) etki eden paroxetine ve fluoksetin etken maddeli ilaçlar dünya genelinde en çok reçete edilen anti-depresan ilaçlar arasında bulunuyor.
Kansere karşı kedi-köpek
4 bin üzerinde yapılan araştırmanın ilginç sonucu...
İki saygın ABD üniversitesi; California ve Stanford tarafından yapılan araştırma, hayvan sevmenin insanların bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve bunun kansere karşı direnci artırdığını ortaya koydu. Araştırmada, kedi ve köpeklerle oynayarak büyüyen çocukların daha sağlıklı ve bünyelerinin daha güçlü olduğu belirtilerek, "Hijyenik ve steril ortamlarda büyümek insanların bağışıklık istemini daha kırılgan yapıyor. 4 bin kişi üzerinde yapılan çalışmalarda, kedi-köpek sahibi olanların bünyelerinin, hayvan sahibi olmayanlara göre yüzde 30 daha güçlü olduğu görüldü" dendi.
İki saygın ABD üniversitesi; California ve Stanford tarafından yapılan araştırma, hayvan sevmenin insanların bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve bunun kansere karşı direnci artırdığını ortaya koydu. Araştırmada, kedi ve köpeklerle oynayarak büyüyen çocukların daha sağlıklı ve bünyelerinin daha güçlü olduğu belirtilerek, "Hijyenik ve steril ortamlarda büyümek insanların bağışıklık istemini daha kırılgan yapıyor. 4 bin kişi üzerinde yapılan çalışmalarda, kedi-köpek sahibi olanların bünyelerinin, hayvan sahibi olmayanlara göre yüzde 30 daha güçlü olduğu görüldü" dendi.
Kanser tedavisinde son umut
Köpekbalığı kanı..
Avustralyalı bilimadamları, köpekbalıklarının kanında bulunan antikorların kanserle mücadelede önemli bir rol oynayabileceğini bildirdi.
Araştırmacılar, hücrelerin hastalığın yayılmasını geciktirdiğine ilişkin güçlü işaretler olduğunu belirtti. Bu çalışmanın göğüs kanserinde yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesini sağlayabileceği düşünülüyor.
BBC'nin haberine göre, Melbourne'deki La Trobe Üniversitesi uzmanları, köpekbalıklarının kanserde hayat kurtarıcı olabileceğine inanıyor. Araştırmacılara göre, köpekbalıklarının kanda hastalıklarla mücadele eden farklı antikorları var ve bunlar belli kanser hücrelerinin büyümesini engellemeye yardımcı olabilir. Laboratuvar deneyleri, bu antikorların meme kanserinin yayılmasını engellediğini gösterdi. Köpekbalıklarının çok güçlü bir bağışıklık sistemi var ve nadiren enfeksiyon kapıyor.
La Trobe Üniversitesi uzmanları, daha önce köpekbalığı antikorlarının sıtma proteinlerine tutunarak alyuvarlara sıçramasını önlediklerini ortaya çıkarmıştı. Köpekbalığı hücrelerinin iltihaplı romatizma için de çözüm olabileceği ifade ediliyor.
Avustralyalı bilimadamları, köpekbalıklarının kanında bulunan antikorların kanserle mücadelede önemli bir rol oynayabileceğini bildirdi.
Araştırmacılar, hücrelerin hastalığın yayılmasını geciktirdiğine ilişkin güçlü işaretler olduğunu belirtti. Bu çalışmanın göğüs kanserinde yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesini sağlayabileceği düşünülüyor.
BBC'nin haberine göre, Melbourne'deki La Trobe Üniversitesi uzmanları, köpekbalıklarının kanserde hayat kurtarıcı olabileceğine inanıyor. Araştırmacılara göre, köpekbalıklarının kanda hastalıklarla mücadele eden farklı antikorları var ve bunlar belli kanser hücrelerinin büyümesini engellemeye yardımcı olabilir. Laboratuvar deneyleri, bu antikorların meme kanserinin yayılmasını engellediğini gösterdi. Köpekbalıklarının çok güçlü bir bağışıklık sistemi var ve nadiren enfeksiyon kapıyor.
La Trobe Üniversitesi uzmanları, daha önce köpekbalığı antikorlarının sıtma proteinlerine tutunarak alyuvarlara sıçramasını önlediklerini ortaya çıkarmıştı. Köpekbalığı hücrelerinin iltihaplı romatizma için de çözüm olabileceği ifade ediliyor.
9 Ekim 2008 Perşembe
Hamilelikte neden mide bulanır?
Anne adaylarının en çok merak ettiği sorunun yanıtı...
Hamilelik, anne adayına mutluluğun yanısıra pek çok sıkıntı da verebiliyor. Anne adayı hamilelik döneminde hormonlardaki artış nedeniyle baş ağrısı, bulantı, sindirim sistemi rahatsızlıkları ve lekeler gibi birçok sıkıntı yaşayabiliyor. Anne adayının kendi kendine "nasıl doğum yapacağım?', 'bebeğim normal olacak mı?', 'vücudumun fizyolojik ve biyolojik yapısı nasıl değişecek?" gibi sorularla strese girdiğini belirten uzmanlar, merak edilen bu soruların zamanla kaygı haline geldiğini söylüyor.
Bu tür kaygıların hamileliğin üçüncü ayına dek sürdüğünü, bu sıkıntıların anne adayının yaşadığı fiziksel değişimlerin bir yansıması olduğunu belirten Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı Op. Dr. Nagihan Güler'e göre üçüncü ay biter bitmez kaygıların hepsi azalıyor ve anne adayı rahatlıyor. Hamilelerin çoğunun kabızlıktan şikayet ettiğini anlatan Dr. Güler, anne adaylarının yaşadığı sıkıntıları şöyle dile getirdi: "Kabızlık artışı bağırsak kasılmalarını engellemektedir. Bir diğeri ise hamilelik nedeniyle salgılanan östrojen ve progesteron hormonlarının etkisiyle bağırsağın anestezik etki göstermesidir. Anne adayında sistematik bir bulantı meydana gelmez. Bazı kadınlarda günlük kusmalara neden olabilecek şekilde öneme sahiptir. Diğer taraftan kadınlar hasta olmaksızın yemek kokularından nefret ederler. Hamileliğin üçüncü ayının sonunda genel olarak bu belirtiler ortadan kalkar. Bu rahatsızlıkların sebebi 'plasenta'nın üretmiş olduğu olağanüstü miktarda östrojen hormonuna midenin toleransının yetersiz oluşudur. Hamileler bulantıları azaltmak için yataktan hızla kalkmaktan kaçınmalıdır. Bulantı anında birkaç dakika uzanıp bir bardak su içmek ve sonra ayağa kalkmak gerekir. Bulantılara karşı daha iyi mücadele etmek için her gün iyi dengelenmiş dört öğün beslenilmelidir. Bazen, ilk üç aylık dönemde bulantılara yoğun bir şekilde salya salgılama eşlik eder. Fakat çoğu zaman salya salgılama adetin gecikmesinden sonra üç hafta içinde başlar ve hamileliğin sonuna kadar sürer."
Baş ağrılarının hamileliğin ilk dönemlerinde kan akışındaki değişiklikler sonucunda bir çeşit kan basıncına bağlı olarak meydana geldiğini vurgulayan Op. Dr. Nagihan Güler, stresten kaynaklanan sızının beyin bölgesindeki kasların kasılmasını artırdığını ve anne adayının kendisini yorgun hissettiğini söyledi. Dr. Güler; "Anne adaylarının alın ve yanak civarında oluşabilen sütlü kahve renginde lekelerdir. Hamileliğin son dönemlerinde midede bulunan birtakım asitler yeterince boşalmazlar. Bu asitler midede hareket ederler ve ileriye doğru eğildiğiniz zaman ya da yatar durumda olduğunuz zaman etkilerini gösterirler ve boğaz bitimine kadar yükselir. Hamileler önlem olarak akşam yemeğini uyumadan önce erken bir saatte yemelidir. Yemekler günde dört, beş öğün şeklinde bölümlere ayrılmalı ve özellikle asitli yiyeceklerden (sirke, domates, turunçgiller) uzak durulmalıdır. Bacak ağrısı ve bileklerde ödem oluştuğunda acıları dindirmek için mümkün olan sıklıkla dinlenilmeli, yatakta ayaklar yükseltilmeli, bacaklar soğuk suyla yıkanmalı ve baharatlı yiyeceklerden uzak durulmalıdır. Baygınlık geçirmek ve soğuk ter dökmek gibi bulgular kan yoğunluğunun artışına ve kalbin atış hızına bağlı olarak ortaya çıkar. Fenalaşma durumunda, kanın baş kısmına doğru akması için uzanmak ve bacakları yükseltmek gerekir. Eğer bir kötüleşme hissedilirse karnın alt kısmındaki toplardamarın yapabileceği baskıdan rahmi uzak tutmak için sol tarafa doğru sırt üstü uzanılmalıdır" diye konuştu.
Hamilelik, anne adayına mutluluğun yanısıra pek çok sıkıntı da verebiliyor. Anne adayı hamilelik döneminde hormonlardaki artış nedeniyle baş ağrısı, bulantı, sindirim sistemi rahatsızlıkları ve lekeler gibi birçok sıkıntı yaşayabiliyor. Anne adayının kendi kendine "nasıl doğum yapacağım?', 'bebeğim normal olacak mı?', 'vücudumun fizyolojik ve biyolojik yapısı nasıl değişecek?" gibi sorularla strese girdiğini belirten uzmanlar, merak edilen bu soruların zamanla kaygı haline geldiğini söylüyor.
Bu tür kaygıların hamileliğin üçüncü ayına dek sürdüğünü, bu sıkıntıların anne adayının yaşadığı fiziksel değişimlerin bir yansıması olduğunu belirten Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı Op. Dr. Nagihan Güler'e göre üçüncü ay biter bitmez kaygıların hepsi azalıyor ve anne adayı rahatlıyor. Hamilelerin çoğunun kabızlıktan şikayet ettiğini anlatan Dr. Güler, anne adaylarının yaşadığı sıkıntıları şöyle dile getirdi: "Kabızlık artışı bağırsak kasılmalarını engellemektedir. Bir diğeri ise hamilelik nedeniyle salgılanan östrojen ve progesteron hormonlarının etkisiyle bağırsağın anestezik etki göstermesidir. Anne adayında sistematik bir bulantı meydana gelmez. Bazı kadınlarda günlük kusmalara neden olabilecek şekilde öneme sahiptir. Diğer taraftan kadınlar hasta olmaksızın yemek kokularından nefret ederler. Hamileliğin üçüncü ayının sonunda genel olarak bu belirtiler ortadan kalkar. Bu rahatsızlıkların sebebi 'plasenta'nın üretmiş olduğu olağanüstü miktarda östrojen hormonuna midenin toleransının yetersiz oluşudur. Hamileler bulantıları azaltmak için yataktan hızla kalkmaktan kaçınmalıdır. Bulantı anında birkaç dakika uzanıp bir bardak su içmek ve sonra ayağa kalkmak gerekir. Bulantılara karşı daha iyi mücadele etmek için her gün iyi dengelenmiş dört öğün beslenilmelidir. Bazen, ilk üç aylık dönemde bulantılara yoğun bir şekilde salya salgılama eşlik eder. Fakat çoğu zaman salya salgılama adetin gecikmesinden sonra üç hafta içinde başlar ve hamileliğin sonuna kadar sürer."
Baş ağrılarının hamileliğin ilk dönemlerinde kan akışındaki değişiklikler sonucunda bir çeşit kan basıncına bağlı olarak meydana geldiğini vurgulayan Op. Dr. Nagihan Güler, stresten kaynaklanan sızının beyin bölgesindeki kasların kasılmasını artırdığını ve anne adayının kendisini yorgun hissettiğini söyledi. Dr. Güler; "Anne adaylarının alın ve yanak civarında oluşabilen sütlü kahve renginde lekelerdir. Hamileliğin son dönemlerinde midede bulunan birtakım asitler yeterince boşalmazlar. Bu asitler midede hareket ederler ve ileriye doğru eğildiğiniz zaman ya da yatar durumda olduğunuz zaman etkilerini gösterirler ve boğaz bitimine kadar yükselir. Hamileler önlem olarak akşam yemeğini uyumadan önce erken bir saatte yemelidir. Yemekler günde dört, beş öğün şeklinde bölümlere ayrılmalı ve özellikle asitli yiyeceklerden (sirke, domates, turunçgiller) uzak durulmalıdır. Bacak ağrısı ve bileklerde ödem oluştuğunda acıları dindirmek için mümkün olan sıklıkla dinlenilmeli, yatakta ayaklar yükseltilmeli, bacaklar soğuk suyla yıkanmalı ve baharatlı yiyeceklerden uzak durulmalıdır. Baygınlık geçirmek ve soğuk ter dökmek gibi bulgular kan yoğunluğunun artışına ve kalbin atış hızına bağlı olarak ortaya çıkar. Fenalaşma durumunda, kanın baş kısmına doğru akması için uzanmak ve bacakları yükseltmek gerekir. Eğer bir kötüleşme hissedilirse karnın alt kısmındaki toplardamarın yapabileceği baskıdan rahmi uzak tutmak için sol tarafa doğru sırt üstü uzanılmalıdır" diye konuştu.
Antep fıstığının mucizesi
Genç sağlıklı erkekler üzerinde denendi...
Gaziantep'te yapılan bilimsel bir araştırmada, Antep fıstığının damar tıkanıklığını önlediği, kolesterolü düşürdüğü belirlendi.
Atatürk Üniversitesi ve Türk Fizyolojik Bilimler Derneği tarafından düzenlenen 34. Fizyoloji Kongresinde sunulan ''Antep fıstığının genç sağlıklı erkeklerde lipid parametreleri ve oksidatif durum üzerine etkileri'' konulu bildiride, 32 erkek üzerinde yapılan bilimsel çalışmaların verileri yayımlandı.
Gaziantep Üniversitesi'nden (GAZÜ) bir grup bilim adamı tarafından gerçekleştirilen ve konuyla ilgili ilk defa insanlar üzerinde kontrollü olarak yapılan araştırma özelliğini taşıyan çalışmada, bir ay boyunca Akdeniz diyeti uygulanan 32 erkeğe daha sonra aynı diyetle birlikte bir ay boyunca da 100 gram Antep fıstığı verilerek kan örnekleri alındı.
Kan örnekleri üzerinde yapılan incelemede, Antep fıstığının kolesterol düşürücü etkisinin yanı sıra damar tıkanıklığı ile antioksidan etkisi incelendi.
Araştırma bulgularına göre, Antep fıstığının damar tıkanıklığını önleyici etkisi olduğu belirlenirken, bu etkinin cevizden daha fazla olduğu da ortaya çıktı. Antep fıstığının kötü kolesterol olarak isimlendirilen LDL'yi düşürdüğü ayrıca insan vücuduna zararlı toksinleri engelleyen antioksidan miktarını artırdığı da gözler önüne serildi.
-''ANTEP FISTIĞININ İNSAN SAĞLIĞINA ÇOK BÜYÜK FAYDASI VAR''-
Çalışmayı gerçekleştiren ekip üyelerinden GAZÜ Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cahit Bağcı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Prof. Dr. İbrahim Sarı, Prof. Dr. Özcan Erel, Doç. Dr. Vedat Davutoğlu, Dr. Yasemin Baltacı ve Dr. Hakim Çelik ile birlikte yapıkları çalışmada, Antep fıstığının faydalarını bilimsel olarak bir kere daha ortaya koyduklarını söyledi.
Antep fıstığının yüksek doymamış yağ oranı dikkate alınarak belirli bir oranda tüketildiğinde hem metabolizmayı olumlu etkilediği hem de kolesterolü düşürücü etkisi olduğunu saptadıklarını anlatan Bağcı, ''Ayrıca Antep fıstığının sağlıklı genç erkeklerde kan glikoz değerleri ile oksidatif durumlarında da olumlu gelişmeler gördük. Antep fıstığının insan sağlığı için çok büyük faydası var. Her gün belirli oranda tüketilmesini öneriyoruz'' diye konuştu.
Gaziantep'te yapılan bilimsel bir araştırmada, Antep fıstığının damar tıkanıklığını önlediği, kolesterolü düşürdüğü belirlendi.
Atatürk Üniversitesi ve Türk Fizyolojik Bilimler Derneği tarafından düzenlenen 34. Fizyoloji Kongresinde sunulan ''Antep fıstığının genç sağlıklı erkeklerde lipid parametreleri ve oksidatif durum üzerine etkileri'' konulu bildiride, 32 erkek üzerinde yapılan bilimsel çalışmaların verileri yayımlandı.
Gaziantep Üniversitesi'nden (GAZÜ) bir grup bilim adamı tarafından gerçekleştirilen ve konuyla ilgili ilk defa insanlar üzerinde kontrollü olarak yapılan araştırma özelliğini taşıyan çalışmada, bir ay boyunca Akdeniz diyeti uygulanan 32 erkeğe daha sonra aynı diyetle birlikte bir ay boyunca da 100 gram Antep fıstığı verilerek kan örnekleri alındı.
Kan örnekleri üzerinde yapılan incelemede, Antep fıstığının kolesterol düşürücü etkisinin yanı sıra damar tıkanıklığı ile antioksidan etkisi incelendi.
Araştırma bulgularına göre, Antep fıstığının damar tıkanıklığını önleyici etkisi olduğu belirlenirken, bu etkinin cevizden daha fazla olduğu da ortaya çıktı. Antep fıstığının kötü kolesterol olarak isimlendirilen LDL'yi düşürdüğü ayrıca insan vücuduna zararlı toksinleri engelleyen antioksidan miktarını artırdığı da gözler önüne serildi.
-''ANTEP FISTIĞININ İNSAN SAĞLIĞINA ÇOK BÜYÜK FAYDASI VAR''-
Çalışmayı gerçekleştiren ekip üyelerinden GAZÜ Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cahit Bağcı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Prof. Dr. İbrahim Sarı, Prof. Dr. Özcan Erel, Doç. Dr. Vedat Davutoğlu, Dr. Yasemin Baltacı ve Dr. Hakim Çelik ile birlikte yapıkları çalışmada, Antep fıstığının faydalarını bilimsel olarak bir kere daha ortaya koyduklarını söyledi.
Antep fıstığının yüksek doymamış yağ oranı dikkate alınarak belirli bir oranda tüketildiğinde hem metabolizmayı olumlu etkilediği hem de kolesterolü düşürücü etkisi olduğunu saptadıklarını anlatan Bağcı, ''Ayrıca Antep fıstığının sağlıklı genç erkeklerde kan glikoz değerleri ile oksidatif durumlarında da olumlu gelişmeler gördük. Antep fıstığının insan sağlığı için çok büyük faydası var. Her gün belirli oranda tüketilmesini öneriyoruz'' diye konuştu.
Erken boşalmanın sebebi ortaya çıktı
Suçlu bulundu! Hormon seviyesini düşürüyor, erkekler normalden iki kat daha erken boşalıyor.
Hollandalı uzmanlar, erken boşalma sorunu yaşayan erkeklerin bundan atalarını sorumlu tutabileceklerini ortaya çıkardı. Utrecht Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada, erkeklerin iktidarsızlıktan sonra en büyük kabusu olan erken boşalmanın geni bulundu. Erken boşalma sorunu yaşayan 200 Hollandalı erkeği altı ay boyunca inceleyen bilim adamları, gönüllülerde serotonin yani mutluluk hormonu salgılayan beynin bir tarafının daha pasif olduğunu belirledi. Bu durumun nedeni ise bu serotonin hormonu seviyesini düzenleyen bir gen. Seratonin hormonu sinir hücrelerinin verdiği komutları ileterek boşalmanın zamanını belirliyor. Hormonun seviyesini düşüren bu gene sahip olan erkekler ise normalden iki kat daha erken boşalıyor. Erkeklerin üçte birinin erken boşalma sorunu olduğu tahmin ediliyor.
Hollandalı uzmanlar, erken boşalma sorunu yaşayan erkeklerin bundan atalarını sorumlu tutabileceklerini ortaya çıkardı. Utrecht Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada, erkeklerin iktidarsızlıktan sonra en büyük kabusu olan erken boşalmanın geni bulundu. Erken boşalma sorunu yaşayan 200 Hollandalı erkeği altı ay boyunca inceleyen bilim adamları, gönüllülerde serotonin yani mutluluk hormonu salgılayan beynin bir tarafının daha pasif olduğunu belirledi. Bu durumun nedeni ise bu serotonin hormonu seviyesini düzenleyen bir gen. Seratonin hormonu sinir hücrelerinin verdiği komutları ileterek boşalmanın zamanını belirliyor. Hormonun seviyesini düşüren bu gene sahip olan erkekler ise normalden iki kat daha erken boşalıyor. Erkeklerin üçte birinin erken boşalma sorunu olduğu tahmin ediliyor.
Silverdin yanık kremine geri çekme
Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü, Silverdin Krem'in bir serisi hakkında 3. sınıf C seviyesinde geri çekme işlemi yapılmasını istedi.
AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğünce ilgili ilaç firması, il sağlık müdürlükleri ve ecza depolarına gönderilen yazıda, Deva Holding AŞ adına ruhsatlı bulunan, Carlo-Erba İlaç Sanayi ve Ticaret AŞ'de üretilen ''Silverdin 40 gr Krem'' adlı preparatın ''7038494'' seri numaralı numunelerinin, yapılan inceleme ve analizler sonucunda fiziksel yönden firma spesifikasyonlarına uygun bulunmadığı belirtildi.
Yazıda, bu nedenle söz konusu seriye 3. sınıf C seviyesinde (depo seviyesi) geri çekme işleminin yapılması istendi.
Silverdin Krem, derideki yanıkların tedavisinde kullanılıyor.
AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğünce ilgili ilaç firması, il sağlık müdürlükleri ve ecza depolarına gönderilen yazıda, Deva Holding AŞ adına ruhsatlı bulunan, Carlo-Erba İlaç Sanayi ve Ticaret AŞ'de üretilen ''Silverdin 40 gr Krem'' adlı preparatın ''7038494'' seri numaralı numunelerinin, yapılan inceleme ve analizler sonucunda fiziksel yönden firma spesifikasyonlarına uygun bulunmadığı belirtildi.
Yazıda, bu nedenle söz konusu seriye 3. sınıf C seviyesinde (depo seviyesi) geri çekme işleminin yapılması istendi.
Silverdin Krem, derideki yanıkların tedavisinde kullanılıyor.
Nar modern tıppın şifa kaynağı
'Narın en önemli özelliklerinden biri genel damar sağlığını, özellikle de kalbi korumasıdır. Nar, damar tıkanıklıklarını yüzde 44 oranında geriletiyor'
Gaziantep Üniversitesi (GAZÜ) Tıp Fakültesi Klinik Biyokimya Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necat Yılmaz, ''Narın en önemli özelliklerinden biri genel damar sağlığını, özellikle de kalbi korumasıdır. Nar, damar tıkanıklıklarını yüzde 44 oranında geriletiyor'' dedi.
Prof. Dr. Yılmaz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, narın modern tıp literatüründe yer aldığını, alzheimer hastalığı, erkek infertilitesi ve obezite tedavisinde etkili olduğunu belirtti.
İnsanların hasta olunca çare aramaya başladığını, halbuki asıl olanın sağlığı korumak olduğunu ifade eden Yılmaz, şöyle konuştu:
''Şükürler olsun ki ülkemiz bize bu imkanı vermektedir. Nar suyu içildikten 48 saat sonra bile vücutta olumlu etkileri devam etmektedir. Kanın antioksidan kapasitesini artırma gücü, kırmızı şarap ve yeşil çaydan 2-3 kat daha fazladır. Nar aynı zamanda antikanserojen bir yiyecektir. Narın potansiyel kullanım alanları kanser, kardiyovasküler hastalıklar, diyabet, diş hastalıkları, erektil disfonksiyon ve özellikle derinin ultraviyole ışınlarının zararlı etkilerininden korunmasıdır.''
Narın bağışıklık sistemini güçlendirerek pek çok hastalıktan koruduğunu kaydeden Yılmaz, şöyle konuştu:
''İçerdiği bazı maddeler sayesinde kolesterol ve şekeri dengeleyen nar, kalp sağlığını koruduğu gibi, kanser hücrelerinin gelişmesini engelliyor. Nar suyunun cilt ve prostat kanserine karşı koruyucu etkisi bulunuyor.
Narın en önemli özelliklerinden biri, genel damar sağlığını, özellikle de kalbi korumasıdır. Nar, damar tıkanıklıklarını yüzde 44 oranında geriletiyor. Narın tansiyon düşürücü etkisini de bulunuyor. 1 bardak nar suyunun 2 kadeh kırmızı şaraba, 10 bardak yeşil çaya ve 4 bardak kızılcık suyuna eş değer antioksidan madde içerdiği görülmüştür.''
Prof. Dr. Yılmaz, nar suyunun özellikle damar sertliğine karşı güçlü etkisinin olduğunun bilimsel çalışmalarla kanıtlandığını ifade ederek, şunları kaydetti:
''Nar tanelerinden ziyade, tüm meyveden üretilen nar suyunun kırmızı şarap ve yeşil çaya nazaran üç kat daha güçlü antioksidan etkiye sahip olduğu biliniyor. Narın kabuğunun ishal kesici ve kurt düşürücü özelliği vardır. Kanlı ishalde kullanılır. Meyve kabuğu ekstresinin güçlü virüs ve mikrop öldürücü özelliği de var. Cilt üzerinde enfeksiyon ve yara iyileştirici etki de gösterir. Meyve kabuğu tanelerinin antioksidan ve antitümör etkileri de biliniyor.''
Yılmaz, narın C vitamini, demir ve potasyum bakımından zengin olduğunu sözlerine ekledi.
-NAR BİTKİSİ-
Nar, eski Yahudi toplumlarında gücün, bereketin, bolluğun ve iyi şansın simgesi olmuş bir meyvedir. Kutsal Roma İmparatoru Maksimilan, kişisel amblem olarak narı seçmiştir. Nar, aynı zamanda İspanya'nın antik kenti Granada'nın isim babasıdır. Nar, İslam tıbbının da önemli bir şifa kaynağı olmuştur. Nar ağacı, uzun yıllar yaşayabilen bir bitki olup Fransa'da 200 yaşından büyük nar ağacı vardır. Narın ana vatanı Himalaya dağları ve kuzey Hindistan'dan İran'a uzanan bölgedir.
Gaziantep Üniversitesi (GAZÜ) Tıp Fakültesi Klinik Biyokimya Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necat Yılmaz, ''Narın en önemli özelliklerinden biri genel damar sağlığını, özellikle de kalbi korumasıdır. Nar, damar tıkanıklıklarını yüzde 44 oranında geriletiyor'' dedi.
Prof. Dr. Yılmaz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, narın modern tıp literatüründe yer aldığını, alzheimer hastalığı, erkek infertilitesi ve obezite tedavisinde etkili olduğunu belirtti.
İnsanların hasta olunca çare aramaya başladığını, halbuki asıl olanın sağlığı korumak olduğunu ifade eden Yılmaz, şöyle konuştu:
''Şükürler olsun ki ülkemiz bize bu imkanı vermektedir. Nar suyu içildikten 48 saat sonra bile vücutta olumlu etkileri devam etmektedir. Kanın antioksidan kapasitesini artırma gücü, kırmızı şarap ve yeşil çaydan 2-3 kat daha fazladır. Nar aynı zamanda antikanserojen bir yiyecektir. Narın potansiyel kullanım alanları kanser, kardiyovasküler hastalıklar, diyabet, diş hastalıkları, erektil disfonksiyon ve özellikle derinin ultraviyole ışınlarının zararlı etkilerininden korunmasıdır.''
Narın bağışıklık sistemini güçlendirerek pek çok hastalıktan koruduğunu kaydeden Yılmaz, şöyle konuştu:
''İçerdiği bazı maddeler sayesinde kolesterol ve şekeri dengeleyen nar, kalp sağlığını koruduğu gibi, kanser hücrelerinin gelişmesini engelliyor. Nar suyunun cilt ve prostat kanserine karşı koruyucu etkisi bulunuyor.
Narın en önemli özelliklerinden biri, genel damar sağlığını, özellikle de kalbi korumasıdır. Nar, damar tıkanıklıklarını yüzde 44 oranında geriletiyor. Narın tansiyon düşürücü etkisini de bulunuyor. 1 bardak nar suyunun 2 kadeh kırmızı şaraba, 10 bardak yeşil çaya ve 4 bardak kızılcık suyuna eş değer antioksidan madde içerdiği görülmüştür.''
Prof. Dr. Yılmaz, nar suyunun özellikle damar sertliğine karşı güçlü etkisinin olduğunun bilimsel çalışmalarla kanıtlandığını ifade ederek, şunları kaydetti:
''Nar tanelerinden ziyade, tüm meyveden üretilen nar suyunun kırmızı şarap ve yeşil çaya nazaran üç kat daha güçlü antioksidan etkiye sahip olduğu biliniyor. Narın kabuğunun ishal kesici ve kurt düşürücü özelliği vardır. Kanlı ishalde kullanılır. Meyve kabuğu ekstresinin güçlü virüs ve mikrop öldürücü özelliği de var. Cilt üzerinde enfeksiyon ve yara iyileştirici etki de gösterir. Meyve kabuğu tanelerinin antioksidan ve antitümör etkileri de biliniyor.''
Yılmaz, narın C vitamini, demir ve potasyum bakımından zengin olduğunu sözlerine ekledi.
-NAR BİTKİSİ-
Nar, eski Yahudi toplumlarında gücün, bereketin, bolluğun ve iyi şansın simgesi olmuş bir meyvedir. Kutsal Roma İmparatoru Maksimilan, kişisel amblem olarak narı seçmiştir. Nar, aynı zamanda İspanya'nın antik kenti Granada'nın isim babasıdır. Nar, İslam tıbbının da önemli bir şifa kaynağı olmuştur. Nar ağacı, uzun yıllar yaşayabilen bir bitki olup Fransa'da 200 yaşından büyük nar ağacı vardır. Narın ana vatanı Himalaya dağları ve kuzey Hindistan'dan İran'a uzanan bölgedir.
Organ naklinde 'can alıcı' gerçekler!
Dünya, kadavrada tıkanınca, canlı vericili nakillerle organ yetmezliğine çare arıyor. Nakil masraflarını tümden devletin ödemesi isteniyor. 40 bin hasta böbrek bekliyor.
Hayata yeniden tutunabilmesi için böbrek nakli şarttı. Kadavradan sıra bekleyecek zamanı da yoktu. Tek umudu canlı vericili nakildeydi. Babası hazırdı, 14 yaşındaki M.A.ya bir böbreğini vermeye. Ancak operasyon Sağlık Bakanlığı’ndan gelecek izne bağlıydı. Çünkü, kan uyumsuzluğu söz konusuydu. Bu tür nakillerde kullanılan ‘rituksimab’ (Mabthera) etkin maddeli ithal ilaç, henüz Türkiye’de bakanlık ruhsatına sahip değildi. Memorial Hastanesi Organ Nakli Merkezi, 6 Haziran 2007 tarihinde, bakanlığın İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’ne izin talebiyle başvurdu. M.A.nın hayati fonksiyonları başvuru akabinde maalesef sadece 5 ay dayanabildi. Resmî makamın cevap yazısı, 5 Mart 2008’de kaleme alınabilmişti. Cevap ise aynen şöyleydi: “… başvurunuz, Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 23 Temmuz 2007 tarihli ve 6817 sayılı yazısı doğrultusunda, kan grubu uyumsuz böbrek nakillerinin belirli bir protokol ile yapılması ve bu nakillerin Aferez-Fotoferez Danışma Komisyonu ile Böbrek Nakilleri ve İmmünoloji Bilimsel Danışma Kurullarının ortaklaşa katılacakları bir toplantıda alınacak karardan sonra değerlendirmeye alınacaktır.”
Cevabi yazıda adı geçen ilacın desteğiyle başta Japonya, birçok gelişmiş ülkede kan uyumsuz böbrek nakilleri yıllardır başarıyla gerçekleştiriliyor. İlaç ABD’de de ruhsatlı değil. Ama ülkenin Gıda ve İlaç Kurumu (FDA), sorumluluk ve yetkiyi hekime bırakan özel bir izinle problemi çözmüş. Türkiye’de ilk kan uyumsuz nakli 1980’li yıllardaki denemelerin ardından, Memorial Hastanesi Organ Nakli Uzmanı Ürolog Burak Koçak, Samsun’da çalışırken yapıyor. Organ naklindeki icraatlarıyla dünyaca bilinen Akdeniz Üniversitesi’ndeki merkez de 10’a yakın nakle imza atıyor. Merkezin bakanlıktan izin bekleyen 40 civarında hastası var. Yıllar önce doku uyumsuz nakile de sıcak bakılmıyordu. Alıcı ve verici arasında 6’da 6 doku uyumu aranıyordu. Keşfedilen ve geliştirilen yeni ilaçlarla uyumsuzluğun doğuracağı risk faktörleri tolere edildi. Tabii ki ideali tam doku uyumu. Ama nakil sonuçları itibariyle artık pek fark kalmadı. Neredeyse dokuda uyum şartı rafa kalkmak üzere.
SAĞLIK HARCAMALARI DİYALİZE YETMEYECEK
Sağlık Bakanlığı, 40 bin böbrek yetmezliği hastasının diyaliz işlemiyle hayatını sürdürdüğünü bildiriyor. Bir hastanın yıllık diyaliz ve ilaç masrafı 23 bin dolar. Doktor ve hastane ücreti eklendiğinde fatura kabarıyor. Devlet, bu tedavinin yüzde yüzünü üstleniyor. Diyalize yılda 600 milyon dolar harcıyor. Nakil sonrası maliyet, ilk yıl diyalizle hemen hemen aynı: 22 bin dolar. Dördüncü yılda 8 bin dolara geriliyor. 2015 yılında, nakle ihtiyaç duyan hasta sayısı tahminen 103 bini bulacak. Hâliyle de tedavinin bütçeye yükü ikiye, hatta üçe katlanacak. Devlet sağlık harcamalarının yüzde 60’tan fazlası diyalize gidecek.
Son yıllardaki kampanyalarla organ bağışı artış eğilimi gösterse de Türkiye’deki oran Avrupa ülkelerine nazaran çok düşük. Oranlar milyon üzerinden hesaplanıyor. En fazla bağış İspanya’da: milyonda 35. Avrupa ortalaması 17. Bizde ise oran, Antalya ve İzmir’de 15’e kadar çıksa da milyonda üç. Organ bağışı şüphesiz artmalı. Ama bağış nakil ihtiyacını çözer yanılgısına da düşülmemeli. Dünya genelindeki bilgiler net. Kadavradan sağlanan organlar yaranın bir bölümüne derman olabiliyor. Peki, çözüm ne? Cevap net: Canlıdan canlıya böbrek nakli. 2007 sayılarıyla; Akdeniz Üniversitesi, Ege Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi tıp fakültelerindeki merkezler organ naklinde ilk üçte sıralanıyor. Nakillerin çoğu canlıdan. Kadavra-canlı verileri şöyle: Akdeniz, 30’a 283; Ege, 22’ye 67; Başkent, 17’ye 44…
Canlıdan nakil, çözüme giden yolda önemli bir adım. Bu adımın biraz daha serileşmesi gerekiyor. Nasıl? Vericilerin sağlıklarının geleceği konusunda ikna edilmesi bilgilendirmeyle aşılabilir pekâlâ. Asıl itici güç, hükûmetin alacağı kararda. Yani nakil masraflarının tümden karşılanmasında. Böyle bir karar, bütçeyi kâra, insanları da sağlıklarına kavuşturacak.
BÖBREKTE 30, KARACİĞERDE 50 BİN YTL KÂFİ
Karaciğer, kalp ve pankreas da dâhil edildiğinde, Türkiye’de nakledilecek organ gözleyen hasta sayısı 45 bin. Karaciğerde de tıpkı böbrekteki gibi umut canlı vericilerin teşvikinde. Ama sorun da ortak: Devletin nakil masraflarını tümden üstlenmesi… Uzun yıllar Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Organ Nakli Merkezi’ni yöneten Prof. Dr. Alper Demirbaş, nakil operasyonlarının böbrekte 30-35 bin, karaciğerde ise 50-55 bin YTL masrafla hastadan ilave fark ücreti istenmeden kapanabileceğini söylüyor. Sosyal Güvenlik Sistemi masrafın ancak yarısını ödüyor. Mecburen üniversitelerdeki merkezlerde döner sermayeye bağış gündeme geliyor. Özellerde de, hasta yakınları medikal muhasebeyle (artı ücretin konuşulduğu yer) pazarlığa oturuyor. Danıştay’ın son iptal kararıyla nakillerde paket ödeme uygulaması da askıda şimdi. Masrafı karşılama oranı yarının da yarısına düştü. Birçok merkez bu olumsuz gelişme akabinde SGK havaleli nakil işlemlerini durdurdu. Ekim ayı içinde toplanacak bakanlık komisyonunun anlaşmazlığı çözümlemesi bekleniyor. Hemen vurgulamak gerekir ki kan uyumsuz nakillerde 30-35 bin YTL kurtarmıyor; marjinal ilaç ihtiyacı sebebiyle fatura hâliyle daha da kabarıyor. Prof. Demirbaş, “Japonya’daki canlı vericili böbrek nakillerinin yüzde 10’u kan grubu uyumsuz yapılıyor.” diyor. Neresinden bakılırsa bakılsın, nakil masrafını tümden yüklense dahi devletin orta vadede, örneğin 5 yılda 3,5-4 milyar dolarının cepte kalacağı kesin.
Özel sağlık sektörü de organ nakline yöneliyor son yıllarda. Medikal Park Sağlık Grubu’nun, Antalya’ya bu yaz açtığı hastane kompleksinde müstakil Organ Nakil Hastanesi de var. Hastanenin medikal direktörlüğünü, kısa bir süre önce Akdeniz Üniversitesi’nden ekibiyle ayrılan Prof. Demirbaş yürütecek. Organ naklinde Türkiye’nin en yetkin hastanelerinden biri de Memorial. 2004 Mayıs’ta ilk karaciğer, Nisan’da da böbrek nakli yapılan hastanede, 2006’da dünyaca ünlü nakil cerrahı Prof. Dr. Münci Kalayoğlu’nun transferiyle yoğunluk artıyor. Memorial Organ Nakil Koordinatörü Mümin Uzunalan, (4 Haziran 2008 itibariyle) son 20 aylık dönemde 102 böbrek, 75 karaciğer ve 2 pankreas naklettiklerini söylüyor. Böbrek nakillerinin 65’i canlıdan. Karaciğerin de yarıya yakını. Uzunalan, başarıda nakil sayısından ziyade hasta ve organın yaşamasının ölçü olduğunu kaydediyor. Bu kriterle başarıları böbrekte yüzde 95, karaciğerde yüzde 93.
HASTALAR NAKİLLE HAYAT BULUYOR
Canlı organ vericiliği desteklenmeli mi? Bu organ ticaretini körükler mi? İki soru da bir hayli can alıcı! Öncelikle naklin hayatiliğini anlamak gerekiyor. Diyalize giren böbrek hastalarının 5 yıl sonundaki sağ kalım oranı yüzde 33,6. Nakille yeni organ takılanların ise yüzde 73,3. Nakilliler, diyalizdekilere kıyasla 2,5-3 kat fazla yaşıyor. ABD’de kadavradan böbrek bekleyen hasta sayısı 61 bin. Yılda bunların yüzde 15’ine organ naklediliyor. Türkiye’deki nakil oranı yüzde 1’e varmıyor. Gerçek buyken canlıdan naklin desteklenmesi elzem.
Bu konuda Uzunalan, şöyle konuşuyor: “Canlı vericili nakillerin desteklenmesinden şunu anlamak lazım. Keşke kadavra bağışlar yeterli düzeyde olsa da canlı kimse ameliyat için kullanılmak zorunda kalınmasa. Karaciğer ya da böbrek hastası gözünüzün önünde ölüyor. Beklemektense ciğerinizin bir parçasını, böbreğinizin birini verebilirsiniz.”
Mevzuat, ticarete tamamen kapalı. Denetim de sıkı. Canlıdan canlıya organ ve doku nakli, en az dördüncü derece kan ve kayın (eşin akrabaları) yakınlığıyla mümkün. Bu kapsam dışındakilerin durumunu ilgili organ ve doku nakli merkezindeki yerel etik kurulları değerlendiriyor. Örneğin kişi, çok sevdiği arkadaşına bir böbreğini bağışlamak isteyebilir. Hasta ile vericinin gerçekten arkadaş olup olmadığını etik kurullar araştırıyor ve nakli onaylıyor ya da onaylamıyor.
“Kadavradan organ beklerken bazı kayırmalar oluyor mu?” sorusu da irdelenmeye açık doğrusu. Diyalizdeki hastaların çok azı Ulusal Böbrek Nakil Bekleme Listesi’ne ismini kaydettiriyor. Kadavra umudu yok çoğu hastanın. Azlığın yanı sıra sistemin doğru işlemediği endişesi içindeler. Sağlık Bakanlığı bu endişeleri bitirmek için yeni bir Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi Yönergesi hazırladı. Yürürlükteki yönerge, nakil merkezlerini diyalizdeki hastaları bekleme listesine kaydetmekle yükümlü kılıyor. İp tamamen Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Merkezi’nin (UKM) elinde olacak. UKM, listedeki puanlama ve eşleştirmeye göre organları dağıtacak. Yönergeyle ayrıca; beyin ölümünü tespit edebilecek yoğun bakım üniteli hastanelerden, mutlaka bir organ ve doku nakli koordinatörü ile yardımcı görevlendirilmesi de isteniyor. Mümin Uzunalan, hasta psikolojisi açısından asla yadsınamayacak çok ilginç bir ayrıntıya işaret ediyor: “Bazı hastalar var ki nakil şart. Vericisi de var. Ama diyalizde kalmayı yeğliyor. Niçin? Malulen emeklilik, özürlülük maaşı vs... Bunu avantaj görüyor. Bir hasta grubu var ki yaptığınız haber onlar için çok önemli. Nakil olmalı. Vericisi de var. Ama ne yol biliyor ne de yordam. Naklin ne demek olduğunu bilmiyor. Karaciğer hastası için aynı şeyi söyleyemem. Çünkü hasta bunları biliyor. Nakilden başka şansı yok.”
Uzunalan, böbrek nakledilenlerin yüzde 50’sinin ileriki aşamada yeniden diyalize döndüğünü ama bu sürenin kadavra ve canlı nakillerde farklılık arz ettiğini de vurguluyor. “Böbreğin yarı ömrü” denen bu süre, kadavrada 9, canlıda ise 14 yıl. Devletin nakillere ödediği miktarın yetmediğini Uzunalan da açıkça belirtiyor. Hassas bir işlem. Enfeksiyon riski en aza indirilmeli. Memorial’deki risk için “Dünyada kabul edilen oran yüzde 3 ama bizde 0,5.” diyor. 2008’de 4 tane bedava nakil yaptıklarını da anlatan Uzunalan, hastalara merkez merkez gezerek dertlerini anlatmasını öneriyor: “Bizim paramız yok; ne yapalım, ölelim mi, diyelim. İnsanı hiç kimse yolda bırakmıyor.”
1 Temmuz 2000 tarihli Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği, bu alandaki her aşamayı düzenliyor. Yönetmelik 7 Mart 2005 ve 24 Ekim 2007 tarihlerinde iki defa değişikliğe uğradı. Sağlık Bakanlığı’nda “Kalp-Kalp Kapağı-Akciğer”, “Karaciğer”, “Böbrek”, “Kornea” ve “Kemik İliği” nakilleri ile “İmmünoloji” ve “Diyaliz” alanlarında ayrı ayrı bilim kurulları faal durumda. Faaliyetlerle Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Daire Başkanlığı ilgileniyor.
Memorial Hastanesi Organ Nakli ve Üroloji Uzmanı (Böbrek Nakli Sorumlusu) Operatör Dr. Burak Koçak, konuya dair sorularımızı cevaplandırdı.
DÜNYADA CANLI VERİCİYE YÖNELİM VAR…
- Kadavradan böbrek ve karaciğer temini çok zor. Canlı vericili nakiller gündemde şimdilerde. Dünyadaki genel nakil durumu nereye gidiyor bu konuda?
Dünyada genel tabloya göre, nakiller yapılsa da organ bekleyen hasta sayısı hızla artıyor. ABD dünyada en fazla nakil yapılan ülke. Yılda 16 bin böbrek naklediyorlar. Kadavra sayıları artıyor. Ama buna mukabil bekleyen hasta sayısı daha fazla çoğalıyor. Her yıl nakil sayısı bin artarken, listenize 5 bin yeni bekleyen eklendiğini düşünün. Beklerken ölüyorlar. Tüm çabalara rağmen, kadavradan organ belli bir saatten sonra bir platoya ulaşıyor. Artıramıyorsunuz. Onun için tek kaynak canlı vericiler. ABD ve Avrupa’da canlı vericiye büyük bir yönelim var. Ülkemiz kadavra açısından zaten çok geri. ABD’de geçen sene 9 bin kadavradan böbrek nakli yapılırken bizde 250 adet. Onların böbrek bekleme listesinde 80 bin hasta var. Her yıl bunların yüzde 10’una kadavradan nakil yapıyorlar. Bizde 40 bin hasta var, 250 nakil. Yüzde 1 bile değil. O yüzden canlıdan nakiller iyice önem kazanıyor Türkiye’de. Neredeyse artık ülkemizde organ naklini canlı vericilerden yapıyoruz. Toplumu bilinçlendirmek lazım.
- Canlı nakilde ABD ile kendimizi kıyaslarsak…
Geçen sene bizde bin civarında canlıdan böbrek nakli yapıldı. ABD’de 9 bin 500 civarında. 2001 yılında, İsveç ve ABD’liler organ yokluğuna çözüm olması için, canlı vericili nakilleri hızlandırma noktasına geldiler. Hızlandırmaya dönük çalışmalar 1995’ten sonra başlamıştı. İlk kez 2002’de canlı vericiyle kadavra sayısı birbirine eşitlendi. Ama canlı vericiden bir, kadavradan iki böbrek alıyorsunuz. Bu ayrıntı önemli. Ama muhtemelen birkaç yıl içinde 1’e 2 durumuna karşın, canlıdan yapılan nakillerin kadavrayı geçmesi bekleniyor.
İngiltere’de sağlık bakanlığı bünyesinde oluşturulan kurul, halka canlı verici olmanın önemini ve sağlık açısından hiçbir zararı bulunmadığını anlatıyor. Ülke genelinde bilinçlendirme kampanyası.
TEK BÖBREK RİSK DEĞİL
- Böbrek bağışı, verenin sağlığını riske ediyor mu?
Önemli olan kişinin sağlıklı olması. Kişiyi çok ince detayına kadar inceliyoruz. Uzun vadede en ufak bir sağlık riski varsa vericiliğini kesinlikle kabul etmiyoruz. Hasta birini iyileştirmek için sağlıklı bir insanı riske atamayız. Bizim hastane için en önemli hasta grubu, vericiler. Sağlıklı geliyorlar, sağlıklı gitmeleri çok önemli. Kişinin sağlıklı olduğu gösterilirse tek böbreklilik bir risk taşımıyor.
- Daha sonrasında normal hayatını sürdürmesinde hiçbir problem olmuyor mu?
Olmuyor.
- Canlı vericiliği teşvik ederken, böbrek ticareti, böbreğini satma olayı da palazlanabilir mi öte yandan?
Yönetmelikler çok açık. Dördüncü derece akraba, yeğen, kuzen, amca teyze oğlu… Ya da eşinin. Bunun dışında akraba ilişkisi olan ve olmayanlar arasında, böbrek ve karaciğer nakli etik kurulun kararına bağlı. Türkiye’deki uygulama güzel. ABD’dekine çok benziyor. Türkiye’de birkaç bilinen olay gerçekleşti. Çok bariz belli başlı birkaç kişi var bu işi yapan.
- Devletin operasyon masrafını tümden karşılaması canlı nakilleri nasıl etkiler?
ABD’de böbrek naklinin patlaması bunun en tipik örneği. Bu ülkede canlı nakiller, onların Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) tüm böbrek yetmezliği ameliyatlarını karşılaması yasasının geçmesiyle patladı. Türkiye’de eskiden devlet 7-7,5 bin YTL ödüyordu. Şu anda 17 bin YTL ödüyor. Önceki yıllarda 700-800 olan nakil sayısı, ödeme 17 bin YTL’ ye çıkınca geçen yıl 1350’ye yükseldi.
- Demek ki tam karşılasa sayı patlayacak?
BÖBREK NAKLİ EN AZ 25 BİN YTL
Türkiye’de şöyle bir sorun var. Böbrek naklinin kaça çıktığını kimse bilmiyor. Gerçekten masrafı nedir bunun?
- Sizin merkezinizde ne kadara mal oluyor acaba?
Otelcilik hizmetine göre değiştiği ayrı bir konu. Böbrek Hakları Koruma Derneği ile görüşüyoruz. ‘En az 25 bin YTL ödemesi lazım’ diyor. Hastaneden aldığım bilgiye göre bu gerçekçi bir rakam. Birçok merkezde karşılar masrafları. Nakil sayısının artması açısından da teşvik edici olur. Organ nakli hakikaten pahalı. Yatıp prostat ameliyatı olup gidiyorsunuz. Bir kere oluyorsunuz hayatınızda 3-4 gün yatıyorsunuz. Ama organ nakli öyle değil. Kardiyoloji, göğüs hastalıkları, nefroloji görüyor sizi. O kadar multidisipliner bir konu ki. Neredeyse görmeyen branş kalmıyor. Nükleer tıp devreye giriyor. İyi bir patolog da olacak. Ekip de çok önemli. Organ nakli deyince sadece yapılan operasyonun masrafını değil; hastaya hizmet verecek bütün bölümlerin donanımını da düşünmek gerekiyor. 25 bin YTL bugün için iyi bir fiyat.
BÖBREK KAYBININ EN ÖNEMLİ SEBEBİ ŞEKER HASTALIĞI
- Canlı verici bulunsa da diyalize muhtaç hasta sayısı artıyor. İnsanların böbreklerini kaybetmelerinin ana sebepleri neler? Bu durumdan nasıl korunabilirler?
Türkiye’de böbrek kayıp sebeplerinin birincisi yüzde 31 ile şeker hastalığı. Ardından yüksek tansiyon, böbrek iltihapları geliyor. Genetik aktarımın payı yüzde 5-10 civarında.
- Genetik aktarım dolaylı mı direkt mi yansıyor?
Hayır, annede ya da babada varsa, arada atlayıp dededen çocuğa geçebiliyor. Bazı taş hastalıkları da böbreği öldürebiliyor. En büyük sorun şeker, tansiyon ve iltihap.
- Yani yüksek tansiyon hastası bilmeli ki ‘böbreğimi kaybetme riskim var’, öyle mi?
Yüksek tansiyon var ve yıllarca kontrol edilmemişse, ihmale uğramışsa.
AİLE HEKİMLİĞİ ÖNLEYİCİ OLUR
- Yüksek tansiyon ve şeker hastalığı uzmanının, hastanın böbrek sağlığı takibi ne kadar sorumluluğunda?
Birinci basamak, koruyucu sağlık hizmetleri kötü bir durumda Türkiye’de. “Bir gün nefes darlığım oldu, sıkıştım, acile gittim; bir baktılar diyalize gir. Sebebi ne, meğerse benim tansiyonum varmış, haberim yok.” ve benzeri vakıalar çok oluyor. ABD ve Avrupa’da böyle değil. Aile hekimi var, şeker ve tansiyon varsa kontrol altına alınıyor. Buna rağmen kontrol altındaki hastalarda da böbrek yetmezliğine gidiş var. Ama oran düşüyor, Türkiye’deki gibi değil.
- Böbrek yetmezliğinin orijinal belirtisi var mı?
Sinsi bir hastalık. Böbrek yüzde 100 çalışıyor mesela. Bu yüzde 30’a düşene kadar hiçbir şey hissetmiyorsunuz. Ne zaman ki düşüyor, sabah kalktığınızda göz kapaklarınızın altında hafif şişmeler, ödemler olabilir. Bacaklarda ödemler. O zaman doktora gidiliyor. Yüzde 70 fonksiyonunu kaybetmiş. Her insan belli bir yaştan önce düzenli sağlık kontrolüne gitmeli ki...
- Su tüketiminin önemi var mı?
Öneriyoruz ama bu hiçbir zaman şeker, yüksek tansiyon ve iltihaptan korumaz. Sadece böbrek için su içmek iyidir.
NAKİL SONRASI İZLENMİYOR…
- Nakil yapılan hastaların akıbetleri ne? Sonraki hayatları nasıl etkileniyor?
Şunu söylemeliyim evvela. Ulusal izleme data bankasına ihtiyaç var. Türkiye’de şunu bilmiyoruz. Böbrek verenlere ne oluyor? ABD ve Avrupa bunu tartışıyor. Verenleri takip etmeliyiz. Organ nakli ekonomik olarak en masraflı tıp hizmetlerinden biri. Devlet buna ne kadar katkı sağlarsa o kadar iyi olur.
Türkiye’de organ naklinin devlete masrafı ilk yıl 22 bin dolar civarında. Diyalizin 20 bin. İkinci yılda nakilin masrafı 10 bin dolarlara düşüyor. Diyalizdeki hastalara nakil yapabilirsek, devlet her yıl 1-2 milyar dolar para kazanıyor. Tabii insan hayatını parayla mukayese edemezsiniz. Nakil olanların hayatı iki buçuk üç kat uzuyor. Deseniz ki nakil 5 kat daha pahalı, derim ki devlet bunu karşılamak zorunda. İnsanlar yaşamak zorunda.
- Avrupa’da da devlet ödüyor mu operasyon masraflarını?
Hollanda hükûmeti hemen masrafı ödüyor örneğin. Diyaliz o kadar pahalı ki. Tüm dünyada ve ABD’de de böyle diyaliz konusu. Sağlık Bakanlığı bütçesinin büyük bir bölümü diyaliz masraflarına ayrılıyor. Devletin altından kalkamayacağı noktaya geliyor. Çözümü basit, organ olursa naklediyorsunuz. Canlı vericili bilgilendirme grubu oluşturulmalı Sağlık Bakanlığı’nda. Verici, ‘hayatımı mı veriyorum’ endişesi içinde. ‘O da yarım olacak’ diyor diyalizdeki eş. ‘Verirdim ama çocuğum var’ savunması. Böbreğini verse, kocası 10-20 yıl onlarla daha fazla yaşayacak.
- Diyalizde ortalama yaşam süresi nedir?
Aşağı yukarı 10 yıl. Yaşa göre de değişiyor bu. Nakilde 2,5-3’e katlanıyor.
KAN UYUMSUZ NASIL 10 YILDIR YAPILIYOR
- Kan uyumsuz nakillere bakışınız nasıl?
Kan uyumsuz nakillerin ABD, Avrupa ve Japonya’da neredeyse 10’uncu yıl sonuçları yayınlanıyor. Artık oturmuş. Birinci yıldan sonra tam uyumlu nakille, uyumsuz nakillerin yaşam süreleri de birbirine yaklaştı. Önceden uyumluda yüzde 95, uyumsuzda 85 idi. Son yıllarda Japonların yeni teknikleriyle yüzde 90’ların üzerine çıktı. Sağlık Bakanlığı anlayamadığımız bir sebeple kan uyumsuz nakillere izin vermiyor. 5 yıl sonunda bu hastaların yüzde 70’i ölüyor diyalizde. Hâlbuki kan uyumsuz nakil olsalar, başarı oranı değişmeyecek. O yüzde 70 yaşayacak. Ömürleri 2,5 yıl kat artacak. Dünyada oturmuş bir konu. Bakanlık, ‘oturalım, bilim kurullarında karar verelim’; ‘protokol çerçevesinde yapılsın’ diyor.
- Niye izin vermiyor peki?
Özel bir ilaç kullanılıyor. Şu anda bu ilacın Türkiye’de ruhsatı yok. Endikasyon dışı kullanım dediğimiz bir olay var tıpta. Makedonya’da bile yapıldı. Türkiye bu kadar geri mi? Dünyada standart tedavi hâlini aldı.
- İlaç ruhsat prosedürü yüzünden engellenmemeli mi size göre?
Belli standartlara bağlı kalma… ABD’de de ilaç için ruhsat alınmadı. Orada bir kullanım şekli var. Doktor istediğinde kullanabiliyor. Doktor olarak kullanmak isteseniz bile bakanlık izin vermiyor Türkiye’de. ‘Bu kurulda standartlara bağlanacak’ denildi. Hiçbir sonuç alınamadı. Böbrek nakilleri komisyonu var. ‘Standartları yakalayan yapsın’ denebilir. İki üç saatlik toplantı yani. Bir hasta kan uyumsuz nakil olamadı, Mısır’a gitti. Hâlbuki insanların orada ne kadar kötü şartlarda risk alarak nakil olduğunu biliyoruz. Bir hasta geldi tek çaresi kan uyumsuz nakil. İlacı da var. Niye esirgiyoruz ki insanımızdan bunu?
Organ Nakli Uzmanı Ürolog Burak Koçak:
KAPALI YÖNTEMLE BÖBREK VERMEK ÇOK KOLAY…
Kapalı yöntemle böbrek verme ameliyatı (Laparoskopik donör nefrektomi), hastanın karnına açılan 0,5-1 santimetrelik iki delikten yapılıyor. Böbrek, ameliyat sonunda hastanın kasık bölgesine yapılan 7 santimetrelik kesiden çıkartılıyor. Açık ameliyata nazaran hastalar operasyon bitiminde daha az ağrı hissediyor. Hastanede kalış süresi kısalıyor. Normal hayata ve işlere de hızlıca dönülüyor. Açık cerrahide kesiye bağlı istenmeyen yan etkiler bu operasyonda en aza iniyor. Ameliyat yerinde fıtıklaşma, hissizlik, yara enfeksiyonu, akciğerlerde hava birikmesi ve benzeri arzu edilmeyen durumlar da azalıyor. Ameliyat akşamı gezip su içmeye başlayan vericiler; ertesi sabah yemek yiyebiliyor ve duş alabiliyor. Yine ertesi gün eve gitmek mümkün. Ameliyatta vücuda dren denen küçük boru da yerleştirilmiyor. Gizli ve estetik yapılan dikişlerin sonradan alınması da gerekmiyor. 1 hafta sonra araç kullanmada mahzur yok. 3 hafta akabinde de tamamen normal hayata dönülüyor.
Hayata yeniden tutunabilmesi için böbrek nakli şarttı. Kadavradan sıra bekleyecek zamanı da yoktu. Tek umudu canlı vericili nakildeydi. Babası hazırdı, 14 yaşındaki M.A.ya bir böbreğini vermeye. Ancak operasyon Sağlık Bakanlığı’ndan gelecek izne bağlıydı. Çünkü, kan uyumsuzluğu söz konusuydu. Bu tür nakillerde kullanılan ‘rituksimab’ (Mabthera) etkin maddeli ithal ilaç, henüz Türkiye’de bakanlık ruhsatına sahip değildi. Memorial Hastanesi Organ Nakli Merkezi, 6 Haziran 2007 tarihinde, bakanlığın İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’ne izin talebiyle başvurdu. M.A.nın hayati fonksiyonları başvuru akabinde maalesef sadece 5 ay dayanabildi. Resmî makamın cevap yazısı, 5 Mart 2008’de kaleme alınabilmişti. Cevap ise aynen şöyleydi: “… başvurunuz, Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 23 Temmuz 2007 tarihli ve 6817 sayılı yazısı doğrultusunda, kan grubu uyumsuz böbrek nakillerinin belirli bir protokol ile yapılması ve bu nakillerin Aferez-Fotoferez Danışma Komisyonu ile Böbrek Nakilleri ve İmmünoloji Bilimsel Danışma Kurullarının ortaklaşa katılacakları bir toplantıda alınacak karardan sonra değerlendirmeye alınacaktır.”
Cevabi yazıda adı geçen ilacın desteğiyle başta Japonya, birçok gelişmiş ülkede kan uyumsuz böbrek nakilleri yıllardır başarıyla gerçekleştiriliyor. İlaç ABD’de de ruhsatlı değil. Ama ülkenin Gıda ve İlaç Kurumu (FDA), sorumluluk ve yetkiyi hekime bırakan özel bir izinle problemi çözmüş. Türkiye’de ilk kan uyumsuz nakli 1980’li yıllardaki denemelerin ardından, Memorial Hastanesi Organ Nakli Uzmanı Ürolog Burak Koçak, Samsun’da çalışırken yapıyor. Organ naklindeki icraatlarıyla dünyaca bilinen Akdeniz Üniversitesi’ndeki merkez de 10’a yakın nakle imza atıyor. Merkezin bakanlıktan izin bekleyen 40 civarında hastası var. Yıllar önce doku uyumsuz nakile de sıcak bakılmıyordu. Alıcı ve verici arasında 6’da 6 doku uyumu aranıyordu. Keşfedilen ve geliştirilen yeni ilaçlarla uyumsuzluğun doğuracağı risk faktörleri tolere edildi. Tabii ki ideali tam doku uyumu. Ama nakil sonuçları itibariyle artık pek fark kalmadı. Neredeyse dokuda uyum şartı rafa kalkmak üzere.
SAĞLIK HARCAMALARI DİYALİZE YETMEYECEK
Sağlık Bakanlığı, 40 bin böbrek yetmezliği hastasının diyaliz işlemiyle hayatını sürdürdüğünü bildiriyor. Bir hastanın yıllık diyaliz ve ilaç masrafı 23 bin dolar. Doktor ve hastane ücreti eklendiğinde fatura kabarıyor. Devlet, bu tedavinin yüzde yüzünü üstleniyor. Diyalize yılda 600 milyon dolar harcıyor. Nakil sonrası maliyet, ilk yıl diyalizle hemen hemen aynı: 22 bin dolar. Dördüncü yılda 8 bin dolara geriliyor. 2015 yılında, nakle ihtiyaç duyan hasta sayısı tahminen 103 bini bulacak. Hâliyle de tedavinin bütçeye yükü ikiye, hatta üçe katlanacak. Devlet sağlık harcamalarının yüzde 60’tan fazlası diyalize gidecek.
Son yıllardaki kampanyalarla organ bağışı artış eğilimi gösterse de Türkiye’deki oran Avrupa ülkelerine nazaran çok düşük. Oranlar milyon üzerinden hesaplanıyor. En fazla bağış İspanya’da: milyonda 35. Avrupa ortalaması 17. Bizde ise oran, Antalya ve İzmir’de 15’e kadar çıksa da milyonda üç. Organ bağışı şüphesiz artmalı. Ama bağış nakil ihtiyacını çözer yanılgısına da düşülmemeli. Dünya genelindeki bilgiler net. Kadavradan sağlanan organlar yaranın bir bölümüne derman olabiliyor. Peki, çözüm ne? Cevap net: Canlıdan canlıya böbrek nakli. 2007 sayılarıyla; Akdeniz Üniversitesi, Ege Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi tıp fakültelerindeki merkezler organ naklinde ilk üçte sıralanıyor. Nakillerin çoğu canlıdan. Kadavra-canlı verileri şöyle: Akdeniz, 30’a 283; Ege, 22’ye 67; Başkent, 17’ye 44…
Canlıdan nakil, çözüme giden yolda önemli bir adım. Bu adımın biraz daha serileşmesi gerekiyor. Nasıl? Vericilerin sağlıklarının geleceği konusunda ikna edilmesi bilgilendirmeyle aşılabilir pekâlâ. Asıl itici güç, hükûmetin alacağı kararda. Yani nakil masraflarının tümden karşılanmasında. Böyle bir karar, bütçeyi kâra, insanları da sağlıklarına kavuşturacak.
BÖBREKTE 30, KARACİĞERDE 50 BİN YTL KÂFİ
Karaciğer, kalp ve pankreas da dâhil edildiğinde, Türkiye’de nakledilecek organ gözleyen hasta sayısı 45 bin. Karaciğerde de tıpkı böbrekteki gibi umut canlı vericilerin teşvikinde. Ama sorun da ortak: Devletin nakil masraflarını tümden üstlenmesi… Uzun yıllar Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Organ Nakli Merkezi’ni yöneten Prof. Dr. Alper Demirbaş, nakil operasyonlarının böbrekte 30-35 bin, karaciğerde ise 50-55 bin YTL masrafla hastadan ilave fark ücreti istenmeden kapanabileceğini söylüyor. Sosyal Güvenlik Sistemi masrafın ancak yarısını ödüyor. Mecburen üniversitelerdeki merkezlerde döner sermayeye bağış gündeme geliyor. Özellerde de, hasta yakınları medikal muhasebeyle (artı ücretin konuşulduğu yer) pazarlığa oturuyor. Danıştay’ın son iptal kararıyla nakillerde paket ödeme uygulaması da askıda şimdi. Masrafı karşılama oranı yarının da yarısına düştü. Birçok merkez bu olumsuz gelişme akabinde SGK havaleli nakil işlemlerini durdurdu. Ekim ayı içinde toplanacak bakanlık komisyonunun anlaşmazlığı çözümlemesi bekleniyor. Hemen vurgulamak gerekir ki kan uyumsuz nakillerde 30-35 bin YTL kurtarmıyor; marjinal ilaç ihtiyacı sebebiyle fatura hâliyle daha da kabarıyor. Prof. Demirbaş, “Japonya’daki canlı vericili böbrek nakillerinin yüzde 10’u kan grubu uyumsuz yapılıyor.” diyor. Neresinden bakılırsa bakılsın, nakil masrafını tümden yüklense dahi devletin orta vadede, örneğin 5 yılda 3,5-4 milyar dolarının cepte kalacağı kesin.
Özel sağlık sektörü de organ nakline yöneliyor son yıllarda. Medikal Park Sağlık Grubu’nun, Antalya’ya bu yaz açtığı hastane kompleksinde müstakil Organ Nakil Hastanesi de var. Hastanenin medikal direktörlüğünü, kısa bir süre önce Akdeniz Üniversitesi’nden ekibiyle ayrılan Prof. Demirbaş yürütecek. Organ naklinde Türkiye’nin en yetkin hastanelerinden biri de Memorial. 2004 Mayıs’ta ilk karaciğer, Nisan’da da böbrek nakli yapılan hastanede, 2006’da dünyaca ünlü nakil cerrahı Prof. Dr. Münci Kalayoğlu’nun transferiyle yoğunluk artıyor. Memorial Organ Nakil Koordinatörü Mümin Uzunalan, (4 Haziran 2008 itibariyle) son 20 aylık dönemde 102 böbrek, 75 karaciğer ve 2 pankreas naklettiklerini söylüyor. Böbrek nakillerinin 65’i canlıdan. Karaciğerin de yarıya yakını. Uzunalan, başarıda nakil sayısından ziyade hasta ve organın yaşamasının ölçü olduğunu kaydediyor. Bu kriterle başarıları böbrekte yüzde 95, karaciğerde yüzde 93.
HASTALAR NAKİLLE HAYAT BULUYOR
Canlı organ vericiliği desteklenmeli mi? Bu organ ticaretini körükler mi? İki soru da bir hayli can alıcı! Öncelikle naklin hayatiliğini anlamak gerekiyor. Diyalize giren böbrek hastalarının 5 yıl sonundaki sağ kalım oranı yüzde 33,6. Nakille yeni organ takılanların ise yüzde 73,3. Nakilliler, diyalizdekilere kıyasla 2,5-3 kat fazla yaşıyor. ABD’de kadavradan böbrek bekleyen hasta sayısı 61 bin. Yılda bunların yüzde 15’ine organ naklediliyor. Türkiye’deki nakil oranı yüzde 1’e varmıyor. Gerçek buyken canlıdan naklin desteklenmesi elzem.
Bu konuda Uzunalan, şöyle konuşuyor: “Canlı vericili nakillerin desteklenmesinden şunu anlamak lazım. Keşke kadavra bağışlar yeterli düzeyde olsa da canlı kimse ameliyat için kullanılmak zorunda kalınmasa. Karaciğer ya da böbrek hastası gözünüzün önünde ölüyor. Beklemektense ciğerinizin bir parçasını, böbreğinizin birini verebilirsiniz.”
Mevzuat, ticarete tamamen kapalı. Denetim de sıkı. Canlıdan canlıya organ ve doku nakli, en az dördüncü derece kan ve kayın (eşin akrabaları) yakınlığıyla mümkün. Bu kapsam dışındakilerin durumunu ilgili organ ve doku nakli merkezindeki yerel etik kurulları değerlendiriyor. Örneğin kişi, çok sevdiği arkadaşına bir böbreğini bağışlamak isteyebilir. Hasta ile vericinin gerçekten arkadaş olup olmadığını etik kurullar araştırıyor ve nakli onaylıyor ya da onaylamıyor.
“Kadavradan organ beklerken bazı kayırmalar oluyor mu?” sorusu da irdelenmeye açık doğrusu. Diyalizdeki hastaların çok azı Ulusal Böbrek Nakil Bekleme Listesi’ne ismini kaydettiriyor. Kadavra umudu yok çoğu hastanın. Azlığın yanı sıra sistemin doğru işlemediği endişesi içindeler. Sağlık Bakanlığı bu endişeleri bitirmek için yeni bir Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi Yönergesi hazırladı. Yürürlükteki yönerge, nakil merkezlerini diyalizdeki hastaları bekleme listesine kaydetmekle yükümlü kılıyor. İp tamamen Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Merkezi’nin (UKM) elinde olacak. UKM, listedeki puanlama ve eşleştirmeye göre organları dağıtacak. Yönergeyle ayrıca; beyin ölümünü tespit edebilecek yoğun bakım üniteli hastanelerden, mutlaka bir organ ve doku nakli koordinatörü ile yardımcı görevlendirilmesi de isteniyor. Mümin Uzunalan, hasta psikolojisi açısından asla yadsınamayacak çok ilginç bir ayrıntıya işaret ediyor: “Bazı hastalar var ki nakil şart. Vericisi de var. Ama diyalizde kalmayı yeğliyor. Niçin? Malulen emeklilik, özürlülük maaşı vs... Bunu avantaj görüyor. Bir hasta grubu var ki yaptığınız haber onlar için çok önemli. Nakil olmalı. Vericisi de var. Ama ne yol biliyor ne de yordam. Naklin ne demek olduğunu bilmiyor. Karaciğer hastası için aynı şeyi söyleyemem. Çünkü hasta bunları biliyor. Nakilden başka şansı yok.”
Uzunalan, böbrek nakledilenlerin yüzde 50’sinin ileriki aşamada yeniden diyalize döndüğünü ama bu sürenin kadavra ve canlı nakillerde farklılık arz ettiğini de vurguluyor. “Böbreğin yarı ömrü” denen bu süre, kadavrada 9, canlıda ise 14 yıl. Devletin nakillere ödediği miktarın yetmediğini Uzunalan da açıkça belirtiyor. Hassas bir işlem. Enfeksiyon riski en aza indirilmeli. Memorial’deki risk için “Dünyada kabul edilen oran yüzde 3 ama bizde 0,5.” diyor. 2008’de 4 tane bedava nakil yaptıklarını da anlatan Uzunalan, hastalara merkez merkez gezerek dertlerini anlatmasını öneriyor: “Bizim paramız yok; ne yapalım, ölelim mi, diyelim. İnsanı hiç kimse yolda bırakmıyor.”
1 Temmuz 2000 tarihli Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği, bu alandaki her aşamayı düzenliyor. Yönetmelik 7 Mart 2005 ve 24 Ekim 2007 tarihlerinde iki defa değişikliğe uğradı. Sağlık Bakanlığı’nda “Kalp-Kalp Kapağı-Akciğer”, “Karaciğer”, “Böbrek”, “Kornea” ve “Kemik İliği” nakilleri ile “İmmünoloji” ve “Diyaliz” alanlarında ayrı ayrı bilim kurulları faal durumda. Faaliyetlerle Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Daire Başkanlığı ilgileniyor.
Memorial Hastanesi Organ Nakli ve Üroloji Uzmanı (Böbrek Nakli Sorumlusu) Operatör Dr. Burak Koçak, konuya dair sorularımızı cevaplandırdı.
DÜNYADA CANLI VERİCİYE YÖNELİM VAR…
- Kadavradan böbrek ve karaciğer temini çok zor. Canlı vericili nakiller gündemde şimdilerde. Dünyadaki genel nakil durumu nereye gidiyor bu konuda?
Dünyada genel tabloya göre, nakiller yapılsa da organ bekleyen hasta sayısı hızla artıyor. ABD dünyada en fazla nakil yapılan ülke. Yılda 16 bin böbrek naklediyorlar. Kadavra sayıları artıyor. Ama buna mukabil bekleyen hasta sayısı daha fazla çoğalıyor. Her yıl nakil sayısı bin artarken, listenize 5 bin yeni bekleyen eklendiğini düşünün. Beklerken ölüyorlar. Tüm çabalara rağmen, kadavradan organ belli bir saatten sonra bir platoya ulaşıyor. Artıramıyorsunuz. Onun için tek kaynak canlı vericiler. ABD ve Avrupa’da canlı vericiye büyük bir yönelim var. Ülkemiz kadavra açısından zaten çok geri. ABD’de geçen sene 9 bin kadavradan böbrek nakli yapılırken bizde 250 adet. Onların böbrek bekleme listesinde 80 bin hasta var. Her yıl bunların yüzde 10’una kadavradan nakil yapıyorlar. Bizde 40 bin hasta var, 250 nakil. Yüzde 1 bile değil. O yüzden canlıdan nakiller iyice önem kazanıyor Türkiye’de. Neredeyse artık ülkemizde organ naklini canlı vericilerden yapıyoruz. Toplumu bilinçlendirmek lazım.
- Canlı nakilde ABD ile kendimizi kıyaslarsak…
Geçen sene bizde bin civarında canlıdan böbrek nakli yapıldı. ABD’de 9 bin 500 civarında. 2001 yılında, İsveç ve ABD’liler organ yokluğuna çözüm olması için, canlı vericili nakilleri hızlandırma noktasına geldiler. Hızlandırmaya dönük çalışmalar 1995’ten sonra başlamıştı. İlk kez 2002’de canlı vericiyle kadavra sayısı birbirine eşitlendi. Ama canlı vericiden bir, kadavradan iki böbrek alıyorsunuz. Bu ayrıntı önemli. Ama muhtemelen birkaç yıl içinde 1’e 2 durumuna karşın, canlıdan yapılan nakillerin kadavrayı geçmesi bekleniyor.
İngiltere’de sağlık bakanlığı bünyesinde oluşturulan kurul, halka canlı verici olmanın önemini ve sağlık açısından hiçbir zararı bulunmadığını anlatıyor. Ülke genelinde bilinçlendirme kampanyası.
TEK BÖBREK RİSK DEĞİL
- Böbrek bağışı, verenin sağlığını riske ediyor mu?
Önemli olan kişinin sağlıklı olması. Kişiyi çok ince detayına kadar inceliyoruz. Uzun vadede en ufak bir sağlık riski varsa vericiliğini kesinlikle kabul etmiyoruz. Hasta birini iyileştirmek için sağlıklı bir insanı riske atamayız. Bizim hastane için en önemli hasta grubu, vericiler. Sağlıklı geliyorlar, sağlıklı gitmeleri çok önemli. Kişinin sağlıklı olduğu gösterilirse tek böbreklilik bir risk taşımıyor.
- Daha sonrasında normal hayatını sürdürmesinde hiçbir problem olmuyor mu?
Olmuyor.
- Canlı vericiliği teşvik ederken, böbrek ticareti, böbreğini satma olayı da palazlanabilir mi öte yandan?
Yönetmelikler çok açık. Dördüncü derece akraba, yeğen, kuzen, amca teyze oğlu… Ya da eşinin. Bunun dışında akraba ilişkisi olan ve olmayanlar arasında, böbrek ve karaciğer nakli etik kurulun kararına bağlı. Türkiye’deki uygulama güzel. ABD’dekine çok benziyor. Türkiye’de birkaç bilinen olay gerçekleşti. Çok bariz belli başlı birkaç kişi var bu işi yapan.
- Devletin operasyon masrafını tümden karşılaması canlı nakilleri nasıl etkiler?
ABD’de böbrek naklinin patlaması bunun en tipik örneği. Bu ülkede canlı nakiller, onların Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) tüm böbrek yetmezliği ameliyatlarını karşılaması yasasının geçmesiyle patladı. Türkiye’de eskiden devlet 7-7,5 bin YTL ödüyordu. Şu anda 17 bin YTL ödüyor. Önceki yıllarda 700-800 olan nakil sayısı, ödeme 17 bin YTL’ ye çıkınca geçen yıl 1350’ye yükseldi.
- Demek ki tam karşılasa sayı patlayacak?
BÖBREK NAKLİ EN AZ 25 BİN YTL
Türkiye’de şöyle bir sorun var. Böbrek naklinin kaça çıktığını kimse bilmiyor. Gerçekten masrafı nedir bunun?
- Sizin merkezinizde ne kadara mal oluyor acaba?
Otelcilik hizmetine göre değiştiği ayrı bir konu. Böbrek Hakları Koruma Derneği ile görüşüyoruz. ‘En az 25 bin YTL ödemesi lazım’ diyor. Hastaneden aldığım bilgiye göre bu gerçekçi bir rakam. Birçok merkezde karşılar masrafları. Nakil sayısının artması açısından da teşvik edici olur. Organ nakli hakikaten pahalı. Yatıp prostat ameliyatı olup gidiyorsunuz. Bir kere oluyorsunuz hayatınızda 3-4 gün yatıyorsunuz. Ama organ nakli öyle değil. Kardiyoloji, göğüs hastalıkları, nefroloji görüyor sizi. O kadar multidisipliner bir konu ki. Neredeyse görmeyen branş kalmıyor. Nükleer tıp devreye giriyor. İyi bir patolog da olacak. Ekip de çok önemli. Organ nakli deyince sadece yapılan operasyonun masrafını değil; hastaya hizmet verecek bütün bölümlerin donanımını da düşünmek gerekiyor. 25 bin YTL bugün için iyi bir fiyat.
BÖBREK KAYBININ EN ÖNEMLİ SEBEBİ ŞEKER HASTALIĞI
- Canlı verici bulunsa da diyalize muhtaç hasta sayısı artıyor. İnsanların böbreklerini kaybetmelerinin ana sebepleri neler? Bu durumdan nasıl korunabilirler?
Türkiye’de böbrek kayıp sebeplerinin birincisi yüzde 31 ile şeker hastalığı. Ardından yüksek tansiyon, böbrek iltihapları geliyor. Genetik aktarımın payı yüzde 5-10 civarında.
- Genetik aktarım dolaylı mı direkt mi yansıyor?
Hayır, annede ya da babada varsa, arada atlayıp dededen çocuğa geçebiliyor. Bazı taş hastalıkları da böbreği öldürebiliyor. En büyük sorun şeker, tansiyon ve iltihap.
- Yani yüksek tansiyon hastası bilmeli ki ‘böbreğimi kaybetme riskim var’, öyle mi?
Yüksek tansiyon var ve yıllarca kontrol edilmemişse, ihmale uğramışsa.
AİLE HEKİMLİĞİ ÖNLEYİCİ OLUR
- Yüksek tansiyon ve şeker hastalığı uzmanının, hastanın böbrek sağlığı takibi ne kadar sorumluluğunda?
Birinci basamak, koruyucu sağlık hizmetleri kötü bir durumda Türkiye’de. “Bir gün nefes darlığım oldu, sıkıştım, acile gittim; bir baktılar diyalize gir. Sebebi ne, meğerse benim tansiyonum varmış, haberim yok.” ve benzeri vakıalar çok oluyor. ABD ve Avrupa’da böyle değil. Aile hekimi var, şeker ve tansiyon varsa kontrol altına alınıyor. Buna rağmen kontrol altındaki hastalarda da böbrek yetmezliğine gidiş var. Ama oran düşüyor, Türkiye’deki gibi değil.
- Böbrek yetmezliğinin orijinal belirtisi var mı?
Sinsi bir hastalık. Böbrek yüzde 100 çalışıyor mesela. Bu yüzde 30’a düşene kadar hiçbir şey hissetmiyorsunuz. Ne zaman ki düşüyor, sabah kalktığınızda göz kapaklarınızın altında hafif şişmeler, ödemler olabilir. Bacaklarda ödemler. O zaman doktora gidiliyor. Yüzde 70 fonksiyonunu kaybetmiş. Her insan belli bir yaştan önce düzenli sağlık kontrolüne gitmeli ki...
- Su tüketiminin önemi var mı?
Öneriyoruz ama bu hiçbir zaman şeker, yüksek tansiyon ve iltihaptan korumaz. Sadece böbrek için su içmek iyidir.
NAKİL SONRASI İZLENMİYOR…
- Nakil yapılan hastaların akıbetleri ne? Sonraki hayatları nasıl etkileniyor?
Şunu söylemeliyim evvela. Ulusal izleme data bankasına ihtiyaç var. Türkiye’de şunu bilmiyoruz. Böbrek verenlere ne oluyor? ABD ve Avrupa bunu tartışıyor. Verenleri takip etmeliyiz. Organ nakli ekonomik olarak en masraflı tıp hizmetlerinden biri. Devlet buna ne kadar katkı sağlarsa o kadar iyi olur.
Türkiye’de organ naklinin devlete masrafı ilk yıl 22 bin dolar civarında. Diyalizin 20 bin. İkinci yılda nakilin masrafı 10 bin dolarlara düşüyor. Diyalizdeki hastalara nakil yapabilirsek, devlet her yıl 1-2 milyar dolar para kazanıyor. Tabii insan hayatını parayla mukayese edemezsiniz. Nakil olanların hayatı iki buçuk üç kat uzuyor. Deseniz ki nakil 5 kat daha pahalı, derim ki devlet bunu karşılamak zorunda. İnsanlar yaşamak zorunda.
- Avrupa’da da devlet ödüyor mu operasyon masraflarını?
Hollanda hükûmeti hemen masrafı ödüyor örneğin. Diyaliz o kadar pahalı ki. Tüm dünyada ve ABD’de de böyle diyaliz konusu. Sağlık Bakanlığı bütçesinin büyük bir bölümü diyaliz masraflarına ayrılıyor. Devletin altından kalkamayacağı noktaya geliyor. Çözümü basit, organ olursa naklediyorsunuz. Canlı vericili bilgilendirme grubu oluşturulmalı Sağlık Bakanlığı’nda. Verici, ‘hayatımı mı veriyorum’ endişesi içinde. ‘O da yarım olacak’ diyor diyalizdeki eş. ‘Verirdim ama çocuğum var’ savunması. Böbreğini verse, kocası 10-20 yıl onlarla daha fazla yaşayacak.
- Diyalizde ortalama yaşam süresi nedir?
Aşağı yukarı 10 yıl. Yaşa göre de değişiyor bu. Nakilde 2,5-3’e katlanıyor.
KAN UYUMSUZ NASIL 10 YILDIR YAPILIYOR
- Kan uyumsuz nakillere bakışınız nasıl?
Kan uyumsuz nakillerin ABD, Avrupa ve Japonya’da neredeyse 10’uncu yıl sonuçları yayınlanıyor. Artık oturmuş. Birinci yıldan sonra tam uyumlu nakille, uyumsuz nakillerin yaşam süreleri de birbirine yaklaştı. Önceden uyumluda yüzde 95, uyumsuzda 85 idi. Son yıllarda Japonların yeni teknikleriyle yüzde 90’ların üzerine çıktı. Sağlık Bakanlığı anlayamadığımız bir sebeple kan uyumsuz nakillere izin vermiyor. 5 yıl sonunda bu hastaların yüzde 70’i ölüyor diyalizde. Hâlbuki kan uyumsuz nakil olsalar, başarı oranı değişmeyecek. O yüzde 70 yaşayacak. Ömürleri 2,5 yıl kat artacak. Dünyada oturmuş bir konu. Bakanlık, ‘oturalım, bilim kurullarında karar verelim’; ‘protokol çerçevesinde yapılsın’ diyor.
- Niye izin vermiyor peki?
Özel bir ilaç kullanılıyor. Şu anda bu ilacın Türkiye’de ruhsatı yok. Endikasyon dışı kullanım dediğimiz bir olay var tıpta. Makedonya’da bile yapıldı. Türkiye bu kadar geri mi? Dünyada standart tedavi hâlini aldı.
- İlaç ruhsat prosedürü yüzünden engellenmemeli mi size göre?
Belli standartlara bağlı kalma… ABD’de de ilaç için ruhsat alınmadı. Orada bir kullanım şekli var. Doktor istediğinde kullanabiliyor. Doktor olarak kullanmak isteseniz bile bakanlık izin vermiyor Türkiye’de. ‘Bu kurulda standartlara bağlanacak’ denildi. Hiçbir sonuç alınamadı. Böbrek nakilleri komisyonu var. ‘Standartları yakalayan yapsın’ denebilir. İki üç saatlik toplantı yani. Bir hasta kan uyumsuz nakil olamadı, Mısır’a gitti. Hâlbuki insanların orada ne kadar kötü şartlarda risk alarak nakil olduğunu biliyoruz. Bir hasta geldi tek çaresi kan uyumsuz nakil. İlacı da var. Niye esirgiyoruz ki insanımızdan bunu?
Organ Nakli Uzmanı Ürolog Burak Koçak:
KAPALI YÖNTEMLE BÖBREK VERMEK ÇOK KOLAY…
Kapalı yöntemle böbrek verme ameliyatı (Laparoskopik donör nefrektomi), hastanın karnına açılan 0,5-1 santimetrelik iki delikten yapılıyor. Böbrek, ameliyat sonunda hastanın kasık bölgesine yapılan 7 santimetrelik kesiden çıkartılıyor. Açık ameliyata nazaran hastalar operasyon bitiminde daha az ağrı hissediyor. Hastanede kalış süresi kısalıyor. Normal hayata ve işlere de hızlıca dönülüyor. Açık cerrahide kesiye bağlı istenmeyen yan etkiler bu operasyonda en aza iniyor. Ameliyat yerinde fıtıklaşma, hissizlik, yara enfeksiyonu, akciğerlerde hava birikmesi ve benzeri arzu edilmeyen durumlar da azalıyor. Ameliyat akşamı gezip su içmeye başlayan vericiler; ertesi sabah yemek yiyebiliyor ve duş alabiliyor. Yine ertesi gün eve gitmek mümkün. Ameliyatta vücuda dren denen küçük boru da yerleştirilmiyor. Gizli ve estetik yapılan dikişlerin sonradan alınması da gerekmiyor. 1 hafta sonra araç kullanmada mahzur yok. 3 hafta akabinde de tamamen normal hayata dönülüyor.
Şeker hastalığını bitirecek buluş
Diyabet hastalarına umut veren gelişme. Harvard Üniversitesi’nde görevli Prof. Göhan Hotamışlıgil ve ekibi yeni bir hormon keşfetti.
Hormonu vücutta çalıştıracak formül bulunursa diyabet, şişmanlık ve bağlı hastalıklar belki de tarihe karışacak
Harvard Üniversitesi’nden gelen haber tüm dünyadaki milyonlarca diyabet hastası için umut oldu. Uluslararası alanda başarılı çalışmalarıyla ünlenen Türk bilim adamı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ve ekibi, diyabet, karaciğer yağlanması ve metabolik hastalıkları durdurabilecek hatta tersine çevirebilecek yeni bir hormon keşfetti. Hormona ‘Likopin’ adı verildi.
Bu hormon, diyabetin, şeker metabolizması kadar yağ metabolizmasını da bozan bir hastalık olduğunun da belirlenmesini sağladı.
KARACİĞERE SİNYAL
Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ve araştırma ekibi, deney farelerinde insülin ile eşdeğer etkilere sahip ve yağ asiti karakterinde olan bu yeni hormon türüyle yağlar ile diyabet arasındaki gizemli ilişkiyi de ortaya çıkardı.
Dünyanın önde gelen bilim dergilerinden Cell’de yayımlanan makale ve beraberindeki yorumlara göre, Likopin’in keşfi diyabet ve şişmanlığın ve bunlara bağlı diğer hastalıkların çözümü için çok önemli bir aşama olarak görülüyor.
Prof. Dr. Hotamışlıgil, ilk başta söz konusu mekanizmanın arkasındaki maddenin bir protein ya da peptid hormonu olduğunu düşündüklerini ve uzun yıllardır bu maddeyi aradıklarını söyleyerek “Sonra bu maddenin yağ hücreleri tarafından kana salgılanan binlerce yağ asitinden biri olabileceğini fark ettik ve yağları taramaya başladık” diye konuştu.
Prof. Dr. Hotamışlıgil, “C16:1n7-palmitoleate” adı da verilen bu hormonun neler yapabildiğini “Likopin yağ dokusundan salındıktan sonra kasları ve karaciğeri etkiliyor. Kas dokusunda hücrenin insüline karşı hassasiyetini artırıyor, karaciğerde ise yağ toplanmasını engelliyor. Ayrıca metabolik hastalıklara sebep olan en önemli faktör inflamasyonu (iltihaplanma) da durduruyor” sözleriyle anlattı.
Gıdadaki yağ depolanmayacak
Prof. Dr. Hotamışlıgil ve araştırma ekibi deney hayvanları üzerinde yaptıkları araştırmalarda yeni hayvan modelinde gıdalardan alınan yağın depolanmadığını ve bunun yerine, yağ hücrelerinin kendi yağ moleküllerini geliştirdiğini gözlemledi. Yani vücutta üretilen bu yağ, palmitoleate yapımını tetikliyor ve bütün vücudun metabolizmasının sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlıyordu.
YAĞ HAKKINDA BİLDİĞİMİZ HER ŞEY DEĞİŞECEK
PROF. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, yağ hakkında bugüne kadar söylenenlerin aksine çarpıcı açıklamalarda bulundu. Hotamışlıgil, yaygın kanının aksine vücutta üretilen yağın zararlı olduğu düşüncesinin yanlış olduğunu söyledi.
Prof. Dr. Hotamışlıgil şu bilgileri verdi:
VÜCUDUN YAĞI EN İYİSİ
“Evde yapılan yemek gibi, vücudun ürettiği yağın en iyisi olduğunu görüyoruz. Bu gözlemle, kanda her seviyesi yükselen yağın zararlı olduğu görüşünü kitaplardan çıkarmamız gerekecek.” Hotamışlıgil, şöyle devam etti: “Hücrelerin kendi ‘iyi’ yağını üretmesi için kimyasal yollarla teşvik edilebileceğine inanıyoruz ve mümkün olduğunu bu çalışmada gösterebildik. Bu yöntemler insana uygulanabilirse öngörülmemiş tedavi yaklaşımları geliştirilebilir. İnsanlarda bu hormonun düzeyleri ile metabolik hastalıklar arasındaki ilişkiyi inceliyor, maddenin etkilerini ölçmeye hazırlanıyoruz.”
Hormonu vücutta çalıştıracak formül bulunursa diyabet, şişmanlık ve bağlı hastalıklar belki de tarihe karışacak
Harvard Üniversitesi’nden gelen haber tüm dünyadaki milyonlarca diyabet hastası için umut oldu. Uluslararası alanda başarılı çalışmalarıyla ünlenen Türk bilim adamı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ve ekibi, diyabet, karaciğer yağlanması ve metabolik hastalıkları durdurabilecek hatta tersine çevirebilecek yeni bir hormon keşfetti. Hormona ‘Likopin’ adı verildi.
Bu hormon, diyabetin, şeker metabolizması kadar yağ metabolizmasını da bozan bir hastalık olduğunun da belirlenmesini sağladı.
KARACİĞERE SİNYAL
Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ve araştırma ekibi, deney farelerinde insülin ile eşdeğer etkilere sahip ve yağ asiti karakterinde olan bu yeni hormon türüyle yağlar ile diyabet arasındaki gizemli ilişkiyi de ortaya çıkardı.
Dünyanın önde gelen bilim dergilerinden Cell’de yayımlanan makale ve beraberindeki yorumlara göre, Likopin’in keşfi diyabet ve şişmanlığın ve bunlara bağlı diğer hastalıkların çözümü için çok önemli bir aşama olarak görülüyor.
Prof. Dr. Hotamışlıgil, ilk başta söz konusu mekanizmanın arkasındaki maddenin bir protein ya da peptid hormonu olduğunu düşündüklerini ve uzun yıllardır bu maddeyi aradıklarını söyleyerek “Sonra bu maddenin yağ hücreleri tarafından kana salgılanan binlerce yağ asitinden biri olabileceğini fark ettik ve yağları taramaya başladık” diye konuştu.
Prof. Dr. Hotamışlıgil, “C16:1n7-palmitoleate” adı da verilen bu hormonun neler yapabildiğini “Likopin yağ dokusundan salındıktan sonra kasları ve karaciğeri etkiliyor. Kas dokusunda hücrenin insüline karşı hassasiyetini artırıyor, karaciğerde ise yağ toplanmasını engelliyor. Ayrıca metabolik hastalıklara sebep olan en önemli faktör inflamasyonu (iltihaplanma) da durduruyor” sözleriyle anlattı.
Gıdadaki yağ depolanmayacak
Prof. Dr. Hotamışlıgil ve araştırma ekibi deney hayvanları üzerinde yaptıkları araştırmalarda yeni hayvan modelinde gıdalardan alınan yağın depolanmadığını ve bunun yerine, yağ hücrelerinin kendi yağ moleküllerini geliştirdiğini gözlemledi. Yani vücutta üretilen bu yağ, palmitoleate yapımını tetikliyor ve bütün vücudun metabolizmasının sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlıyordu.
YAĞ HAKKINDA BİLDİĞİMİZ HER ŞEY DEĞİŞECEK
PROF. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, yağ hakkında bugüne kadar söylenenlerin aksine çarpıcı açıklamalarda bulundu. Hotamışlıgil, yaygın kanının aksine vücutta üretilen yağın zararlı olduğu düşüncesinin yanlış olduğunu söyledi.
Prof. Dr. Hotamışlıgil şu bilgileri verdi:
VÜCUDUN YAĞI EN İYİSİ
“Evde yapılan yemek gibi, vücudun ürettiği yağın en iyisi olduğunu görüyoruz. Bu gözlemle, kanda her seviyesi yükselen yağın zararlı olduğu görüşünü kitaplardan çıkarmamız gerekecek.” Hotamışlıgil, şöyle devam etti: “Hücrelerin kendi ‘iyi’ yağını üretmesi için kimyasal yollarla teşvik edilebileceğine inanıyoruz ve mümkün olduğunu bu çalışmada gösterebildik. Bu yöntemler insana uygulanabilirse öngörülmemiş tedavi yaklaşımları geliştirilebilir. İnsanlarda bu hormonun düzeyleri ile metabolik hastalıklar arasındaki ilişkiyi inceliyor, maddenin etkilerini ölçmeye hazırlanıyoruz.”
Etiketler:
şeker hastalığı bitiren buluş
Şişman çocuklarda taş riski büyük
Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Üroloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Sarıca, aşırı kilolu çocukların, böbrek ve idrar yollarında taş oluşumu açısından risk altında olduğunu bildirdi.
Prof. Dr. Sarıca yaptığı yazılı açıklamada, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de şişman çocukların sayısının arttığına dikkati çekti. Sarıca, hareketsizlik ve fastfood beslenme gibi etkenlerle artış gösteren şişmanlığın, dikkat edilmesi gereken bir hastalık olmasının yanı sıra başka hastalıklara da davetiye çıkardığını vurguladı.
Erken yaşlardaki şişmanlığın, yetişkinliğe olumsuz bir altyapı hazırladığını belirten Prof. Dr. Sarıca, şişman çocukların daha geç geliştiğini, seksüel açıdan olgunlaşmalarının da daha geç olduğunu kaydetti.
Prof. Dr. Sarıca, açıklamasında şu bilgileri aktardı:
''Yapılan çalışmalara göre şişmanlık aynı zamanda idrar yollarında taş oluşum riskini de artırıyor. Modern hayatın getirdiği ve giderek daha da yaygınlaşan beslenmedeki değişiklikler kapsamında son yıllarda hayvansal protein, rafine karbonhidrat ve tuz içeriği zengin olan besinlerin tüketimi artmış, alınan sıvı miktarı azalmış olup, bu tarz beslenme de idrar yollarında taş oluşum riskini artırmıştır. Taş hastaları arasında yapılan çalışmalar, aşırı kilolu olanların sayısının her geçen yıl daha da artmakta olduğunu göstermektedir.''
Prof. Dr. Sarıca yaptığı yazılı açıklamada, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de şişman çocukların sayısının arttığına dikkati çekti. Sarıca, hareketsizlik ve fastfood beslenme gibi etkenlerle artış gösteren şişmanlığın, dikkat edilmesi gereken bir hastalık olmasının yanı sıra başka hastalıklara da davetiye çıkardığını vurguladı.
Erken yaşlardaki şişmanlığın, yetişkinliğe olumsuz bir altyapı hazırladığını belirten Prof. Dr. Sarıca, şişman çocukların daha geç geliştiğini, seksüel açıdan olgunlaşmalarının da daha geç olduğunu kaydetti.
Prof. Dr. Sarıca, açıklamasında şu bilgileri aktardı:
''Yapılan çalışmalara göre şişmanlık aynı zamanda idrar yollarında taş oluşum riskini de artırıyor. Modern hayatın getirdiği ve giderek daha da yaygınlaşan beslenmedeki değişiklikler kapsamında son yıllarda hayvansal protein, rafine karbonhidrat ve tuz içeriği zengin olan besinlerin tüketimi artmış, alınan sıvı miktarı azalmış olup, bu tarz beslenme de idrar yollarında taş oluşum riskini artırmıştır. Taş hastaları arasında yapılan çalışmalar, aşırı kilolu olanların sayısının her geçen yıl daha da artmakta olduğunu göstermektedir.''
Beyinin dostu ceviz
Dışındaki yeşil kabuğu kafa derisini, sert kabuğu kafatasını, içindeki zar beyin zarını, meyvesi ise beynin fizyolojik yapısını andıran ceviz, kimyasal içeriğiyle beyin sağlığını da koruyor.
Son yıllarda, yüksek kesimlerdeki ormanlık alanların ağaçlandırmasında en yaygın meyve türü olarak değerlendirilen ceviz, yaş olarak kilosu 12-15 YTL arasında değişen fiyatlarla alıcı bulurken, uzmanlar da sağlık açısından önemine dikkati çekerek, tüketimini öneriyorlar.
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi diyetisyeni Özgen Arı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''cevizin fizyolojik yapısının benzerliğinin yanı sıra içeriğindeki vitaminlerle de beyin dostu olduğunu'' bildirdi.
Cevizin, dışındaki yeşil kabuğu ile kafa derisini, sert kabuğu ile kafatasını, içindeki ince zar ile beyin zarını, meyvesi ile de beynin şeklini adeta birebir yansıttığını belirten Arı, ''Bu benzerliğin yanı sıra sağlık açısından da ceviz tam bir beyin dostu'' dedi.
Şekli ile beynin küçültülmüş bir modeli olan cevizin Omega 3, Omega 6, A, B ve E vitaminleri ile lif yönünden zengin olmasının yanı sıra, beyin için gerekli gümüş iyonlarını da içerdiğini ifade eden Arı, ''Antibakteriyel özelliği olan gümüş iyonları beyin sağlığının koruyucusudur. Ceviz, beynin ihtiyacı olan gümüş iyonlarını içeren tek meyve'' dedi.
Cevizin beyin sağlığına olumlu katkı sağlamasının yanı sıra kalp ve kolesterol için de vazgeçilmez bir meyve olduğunu belirten Arı, ''Ceviz sadece ileri yaştaki bireyler için değil gelişme çağındaki çocuklar için de tüketimi gerekli bir meyve. Cevizi, zihin açıcı, dikkat toplayıcı özelliği nedeniyle ÖSS ve SBS gibi sınavlara giren öğrencilere hararetle öneriyoruz'' dedi.
Cevizin kan kolesterolünü düşürücü etkisinin de bilimsel olarak kanıtlandığına dikkati çeken Arı, cevizin enerji içeriğinin oldukça yüksek olması nedeniyle günde 30-45 gramdan fazla tüketilmesini önermediklerini bildirdi.
-CEVİZ LEKESİ NASIL ÇIKAR?-
Son günlerde hasat mevsimi olması nedeniyle tezgahlarda yerini alan taze cevizde tek sorunun yeşil kabuğunun yağlı boya gibi ele yapışması olduğunu anlatan Arı, ''Cevizin bıraktığı yeşil leke kolay kolay elden çıkmaz. Ancak, elleri iki dakika kadar sirkeye batırıp bir pamukla ovduktan sonra soğuk suyla yıkamak lekelerin giderilmesine katkı sağlayacaktır'' diye konuştu.
Son yıllarda, yüksek kesimlerdeki ormanlık alanların ağaçlandırmasında en yaygın meyve türü olarak değerlendirilen ceviz, yaş olarak kilosu 12-15 YTL arasında değişen fiyatlarla alıcı bulurken, uzmanlar da sağlık açısından önemine dikkati çekerek, tüketimini öneriyorlar.
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi diyetisyeni Özgen Arı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''cevizin fizyolojik yapısının benzerliğinin yanı sıra içeriğindeki vitaminlerle de beyin dostu olduğunu'' bildirdi.
Cevizin, dışındaki yeşil kabuğu ile kafa derisini, sert kabuğu ile kafatasını, içindeki ince zar ile beyin zarını, meyvesi ile de beynin şeklini adeta birebir yansıttığını belirten Arı, ''Bu benzerliğin yanı sıra sağlık açısından da ceviz tam bir beyin dostu'' dedi.
Şekli ile beynin küçültülmüş bir modeli olan cevizin Omega 3, Omega 6, A, B ve E vitaminleri ile lif yönünden zengin olmasının yanı sıra, beyin için gerekli gümüş iyonlarını da içerdiğini ifade eden Arı, ''Antibakteriyel özelliği olan gümüş iyonları beyin sağlığının koruyucusudur. Ceviz, beynin ihtiyacı olan gümüş iyonlarını içeren tek meyve'' dedi.
Cevizin beyin sağlığına olumlu katkı sağlamasının yanı sıra kalp ve kolesterol için de vazgeçilmez bir meyve olduğunu belirten Arı, ''Ceviz sadece ileri yaştaki bireyler için değil gelişme çağındaki çocuklar için de tüketimi gerekli bir meyve. Cevizi, zihin açıcı, dikkat toplayıcı özelliği nedeniyle ÖSS ve SBS gibi sınavlara giren öğrencilere hararetle öneriyoruz'' dedi.
Cevizin kan kolesterolünü düşürücü etkisinin de bilimsel olarak kanıtlandığına dikkati çeken Arı, cevizin enerji içeriğinin oldukça yüksek olması nedeniyle günde 30-45 gramdan fazla tüketilmesini önermediklerini bildirdi.
-CEVİZ LEKESİ NASIL ÇIKAR?-
Son günlerde hasat mevsimi olması nedeniyle tezgahlarda yerini alan taze cevizde tek sorunun yeşil kabuğunun yağlı boya gibi ele yapışması olduğunu anlatan Arı, ''Cevizin bıraktığı yeşil leke kolay kolay elden çıkmaz. Ancak, elleri iki dakika kadar sirkeye batırıp bir pamukla ovduktan sonra soğuk suyla yıkamak lekelerin giderilmesine katkı sağlayacaktır'' diye konuştu.
Grip aşının yan etkileri var mı?
Son zamanlarda çevremizde elinde kağıt mendil, burnu silinmekten kızarmış ve sürekli hapşıran pek çok kişiye rastlıyoruz.
Havaların soğuması ile birlikte grip mevsiminin gelmesinin en büyük işaretlerinden biri de bu. Gripten korunmanın en etkili yolu ise aşı olmak. Suadiye Memorial Tıp Merkezi Göğüs Hastalıkları Bölümü’nden Uz. Dr. İlkay Keskinel, “Grip ve grip aşısı” hakkında bilgi verdi.
Ortak kullanılan eşyalar gribin hızla bulaşmasına neden oluyor
Grip, çoğunlukla sonbahar ve kış aylarında görülür. Hastalığı taşıyan kişilerin öksürmesi ya da hapşırması ile havaya yayılan damlacıklarla ve doğrudan temasla bulaşır. Kapı kolları, bilgisayar klavyeleri, telefonlar gibi ortak kullanılabilecek eşyalar bulaşmaya neden olabilir. Belirtileri arasında ateş, boğaz ağrısı, burun akıntısı, hapşırık, öksürük, baş ağrısı, kaslarda ve eklemlerde ağrı ve halsizlik sayılabilir. Genellikle 1-2 hafta içinde iyileşme görülür. Ancak yaşlılarda, diyabetlilerde, altta yatan böbreğe, kalbe ya da solunum sistemine ait kronik hastalığı olan kişilerde daha ağır seyredebilir. Bunun yanında zatürre gibi hastalıklara da zemin hazırlayabilir.
Sık sık ellerinizi yıkayın
Grip, bir virüs hastalığı olduğundan antibiyotik tedavisine yanıt vermez. Hastalara bol sıvı almaları, yatak istirahati ve belirtilere yönelik ilaçlar önerilir. Virüse yönelik ilaçlar erken dönemde faydalıdır.
Gripten korunmada gripli kişilerle temastan kaçınılması, ellerin sık sık yıkanması (örn. tokalaşma sonrası), kapalı kalabalık ortamlardan kaçınılması ve grip aşısı önerilebilir. Grip virüsü sürekli tip değiştiren bir virüs olduğundan Dünya Sağlık Örgütü her yıl o sene sık görülen virüs tiplerini belirlemekte ve aşı buna göre hazırlanmaktadır. Aşı, 3 tip ölü virüs içermektedir. Uygulandıktan sonra etkisinin ortaya çıkması 10-15 gün kadar bir süre almaktadır. Bu nedenle sonbahar başlarında yapılması önerilmektedir. Tüm kış boyunca yapılmasının bir sakıncası yoktur, erken yapılmasının nedeni, bağışıklığın bir an önce başlamasının sağlanmasıdır. Bu arada, çoğunlukla koruyucu olsa da grip aşısı yapılması, kişinin o yıl asla grip olmayacağı anlamına gelmez. Aşının koruyuculuğu, yüzde 60-80 arasında değişmektedir. Ayrıca grip aşısı gribe benzer diğer hastalıklardan (nezle gibi) korumamaktadır.
6 ay-3 yaş arası çocuklara grip aşısı yarım doz, 3 yaş üstüne tam doz olarak uygulanır. İlk defa aşılanan 8 yaş altındaki çocuklara 1 ay ara ile 2 kez aşı yapılmalıdır.
Yaşlılar ve çocuklar mutlaka grip aşısı yaptırmalı
65 yaşın üzerindekiler, bazı akciğer hastalığı olanlar (astım, kronik bronşit gibi), kronik kalp ve damar hastaları, şeker hastaları, kan hastalığı olanlar, bağışıklığı baskılanmış kişiler (uzun süreli kortizon kullanımı, AIDS, kanser tedavisi görenler gibi) grip aşısı yaptırmalıdır. Ayrıca, bakım/huzur evlerinde kalanların, burada çalışan personelin ve sağlık çalışanlarının da grip aşısı yaptırması uygun olabilir.
6 aydan küçük bebeğinize grip aşısı yaptırmayın
Aşı, tavuk yumurtasında hazırlandığından yumurta alerjisi olanlara, aşının içeriğine alerjisi bulunanlara, Guillain-Barré Sendromu adı verilen nörolojik bir hastalığı olanlara ve 6 aydan küçük bebeklere uygulanmamalıdır. Grup aşısı yapılacağı zaman ateşli bir hastalık geçirmekte olanların da, rahatsızlıkları düzelene kadar aşıyı ertelemesi önerilmektedir.
Grip aşısının yan etkisi var mıdır?
Grip aşısı canlı olmayan virüs içerdiğinden aşıya bağlı olarak grip geçirmek mümkün değildir. Ancak, aşıya bağlı hafif yan etkiler görülebilir. Bu yan etkiler arasında,
§ Aşı yapılan bölgede ağrı, kızarıklık ya da şişme,
§ Kas ağrıları,
§ Kırgınlık hissi,
§ Hafif ateş sayılabilir.
Nadiren, özellikle yumurta alerjisi olanlarda, ciddi alerjik reaksiyon görülme riski vardır.
Havaların soğuması ile birlikte grip mevsiminin gelmesinin en büyük işaretlerinden biri de bu. Gripten korunmanın en etkili yolu ise aşı olmak. Suadiye Memorial Tıp Merkezi Göğüs Hastalıkları Bölümü’nden Uz. Dr. İlkay Keskinel, “Grip ve grip aşısı” hakkında bilgi verdi.
Ortak kullanılan eşyalar gribin hızla bulaşmasına neden oluyor
Grip, çoğunlukla sonbahar ve kış aylarında görülür. Hastalığı taşıyan kişilerin öksürmesi ya da hapşırması ile havaya yayılan damlacıklarla ve doğrudan temasla bulaşır. Kapı kolları, bilgisayar klavyeleri, telefonlar gibi ortak kullanılabilecek eşyalar bulaşmaya neden olabilir. Belirtileri arasında ateş, boğaz ağrısı, burun akıntısı, hapşırık, öksürük, baş ağrısı, kaslarda ve eklemlerde ağrı ve halsizlik sayılabilir. Genellikle 1-2 hafta içinde iyileşme görülür. Ancak yaşlılarda, diyabetlilerde, altta yatan böbreğe, kalbe ya da solunum sistemine ait kronik hastalığı olan kişilerde daha ağır seyredebilir. Bunun yanında zatürre gibi hastalıklara da zemin hazırlayabilir.
Sık sık ellerinizi yıkayın
Grip, bir virüs hastalığı olduğundan antibiyotik tedavisine yanıt vermez. Hastalara bol sıvı almaları, yatak istirahati ve belirtilere yönelik ilaçlar önerilir. Virüse yönelik ilaçlar erken dönemde faydalıdır.
Gripten korunmada gripli kişilerle temastan kaçınılması, ellerin sık sık yıkanması (örn. tokalaşma sonrası), kapalı kalabalık ortamlardan kaçınılması ve grip aşısı önerilebilir. Grip virüsü sürekli tip değiştiren bir virüs olduğundan Dünya Sağlık Örgütü her yıl o sene sık görülen virüs tiplerini belirlemekte ve aşı buna göre hazırlanmaktadır. Aşı, 3 tip ölü virüs içermektedir. Uygulandıktan sonra etkisinin ortaya çıkması 10-15 gün kadar bir süre almaktadır. Bu nedenle sonbahar başlarında yapılması önerilmektedir. Tüm kış boyunca yapılmasının bir sakıncası yoktur, erken yapılmasının nedeni, bağışıklığın bir an önce başlamasının sağlanmasıdır. Bu arada, çoğunlukla koruyucu olsa da grip aşısı yapılması, kişinin o yıl asla grip olmayacağı anlamına gelmez. Aşının koruyuculuğu, yüzde 60-80 arasında değişmektedir. Ayrıca grip aşısı gribe benzer diğer hastalıklardan (nezle gibi) korumamaktadır.
6 ay-3 yaş arası çocuklara grip aşısı yarım doz, 3 yaş üstüne tam doz olarak uygulanır. İlk defa aşılanan 8 yaş altındaki çocuklara 1 ay ara ile 2 kez aşı yapılmalıdır.
Yaşlılar ve çocuklar mutlaka grip aşısı yaptırmalı
65 yaşın üzerindekiler, bazı akciğer hastalığı olanlar (astım, kronik bronşit gibi), kronik kalp ve damar hastaları, şeker hastaları, kan hastalığı olanlar, bağışıklığı baskılanmış kişiler (uzun süreli kortizon kullanımı, AIDS, kanser tedavisi görenler gibi) grip aşısı yaptırmalıdır. Ayrıca, bakım/huzur evlerinde kalanların, burada çalışan personelin ve sağlık çalışanlarının da grip aşısı yaptırması uygun olabilir.
6 aydan küçük bebeğinize grip aşısı yaptırmayın
Aşı, tavuk yumurtasında hazırlandığından yumurta alerjisi olanlara, aşının içeriğine alerjisi bulunanlara, Guillain-Barré Sendromu adı verilen nörolojik bir hastalığı olanlara ve 6 aydan küçük bebeklere uygulanmamalıdır. Grup aşısı yapılacağı zaman ateşli bir hastalık geçirmekte olanların da, rahatsızlıkları düzelene kadar aşıyı ertelemesi önerilmektedir.
Grip aşısının yan etkisi var mıdır?
Grip aşısı canlı olmayan virüs içerdiğinden aşıya bağlı olarak grip geçirmek mümkün değildir. Ancak, aşıya bağlı hafif yan etkiler görülebilir. Bu yan etkiler arasında,
§ Aşı yapılan bölgede ağrı, kızarıklık ya da şişme,
§ Kas ağrıları,
§ Kırgınlık hissi,
§ Hafif ateş sayılabilir.
Nadiren, özellikle yumurta alerjisi olanlarda, ciddi alerjik reaksiyon görülme riski vardır.
4 Ekim 2008 Cumartesi
Fazla protein "gut" hastalığına davetiye
Kırmızı et, sakatat, deniz ürünleri ve alkolün fazla tüketilmesinin "gut" hastalığına yakalanma riskini artırdığı ve hastalığın seyrini olumsuz etkilediği bildirildi.
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eftal Yücel, AA muhabirine yaptığı açıklamada, gut hastalığının gelişmesinde kırmızı et ve hayvansal proteinin aşırı tüketilmesinin etkili olduğunu, bu yüzden halk arasında "Kralların Hastalığı ya da zengin hastalığı" şeklinde bilindiğini ifade etti.
Yücel, "Gut daha çok 40-65 yaşın üzerindeki aşırı kilolu, fazla proteinle beslenen ve alkol tüketen erkeklerde ve menopoz sonrası ileri yaşlarda kadınlarda görülen bir eklem hastalığıdır" diye konuştu.
Eftal Yücel, hastalığın, ürik asit kristallerinin eklemlerde birikmesi sonucu ortaya çıktığını belirterek, "Her 100 kişiden birinde rastlanmaktadır" dedi.
Kış aylarının gelmesiyle pek çok kişinin daha ağır yemekler yemeğe, balık sezonun açılmasıyla bol deniz mahsulü tüketmeye başlayabileceğini belirten Yücel, "Proteinden zengin besinlerin fazla yenilmesi hastalığa yakalanma olasılığını yükseltir, hastalığın seyrini olumsuz etkiler. Özellikle, şu an bolca bulunan balık birçok hastalığa şifa verirken, gut hastaları için fazla tüketildiğinde tehlikeli olabilir" uyarısında bulundu.
"Ayakta şiddetli ağrı ve şişlik olur"
Hastalığın, böbreklerden atılan bir madde olan ürik asit kristallerinin eklemlerde ve böbreklerde birikmesiyle birlikte kendini göstermeye başladığını ifade eden Yücel, "Hastaların çoğunda, ayak baş parmağında ani ve genellikle sabah başlayan şişlik, kızarıklık ve çok şiddetli bazen zonklayıcı ağrı şikayeti olur. Ağrı tipik olarak çok şiddetlidir, hafif bir dokunuş bile ilk günlerde belirgin ağrıya neden olabilir. Çoğunlukla 4 hastadan 3'ünde ayak baş parmak ağrısı ile karşılaşılır" dedi.
Ailede gut hastası olanlar ile kiloluların gut hastalığı riskinin arttığına dikkat çeken Yücel, sağlıklı erişkinlerin yüzde 5-8'inde kanda ürik asit seviyesinin normalden yüksek olabileceğini, bu kişilerin ancak yüzde 10-20'sinde gut artriti ortaya çıktığını söyledi.
Ürik asit seviyesi yüksek olanların diyetlerine dikkat etmelerini, bu kişilerin hayvansal proteinleri az almalarını, alkol kullanmamalarını, ürik asidi artırabilen idrar söktürücü ve aspirin gibi ilaçları zorunluluk dışında almamalarını öneren Yücel, gut hastalığı için en çok bira, en az şarabın zararlı olduğunu kaydetti.
Eftal Yücel, yılda ikiden fazla eklem iltihabı atağı geçiren, böbrek taşı olan veya böbrek çalışmasında azalma bulunan gut hastalarının ürik asidi azaltıcı ilaçları her gün almalarının gerekebileceğini belirtti.
Gut hastalarının birçok uzmanlık alanından hekimlerce tedavi edildiğini kaydeden Yücel, "Hastaların ve kullanılan ilaçların yan etkilerinin daha iyi değerlendirilebilmesi için hastaların, iç hastalıkları uzmanı da olan romatoloji uzmanlarınca veya iç hastalıkları uzmanlarınca takip edilmesi tercih edilmeli" dedi.
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eftal Yücel, AA muhabirine yaptığı açıklamada, gut hastalığının gelişmesinde kırmızı et ve hayvansal proteinin aşırı tüketilmesinin etkili olduğunu, bu yüzden halk arasında "Kralların Hastalığı ya da zengin hastalığı" şeklinde bilindiğini ifade etti.
Yücel, "Gut daha çok 40-65 yaşın üzerindeki aşırı kilolu, fazla proteinle beslenen ve alkol tüketen erkeklerde ve menopoz sonrası ileri yaşlarda kadınlarda görülen bir eklem hastalığıdır" diye konuştu.
Eftal Yücel, hastalığın, ürik asit kristallerinin eklemlerde birikmesi sonucu ortaya çıktığını belirterek, "Her 100 kişiden birinde rastlanmaktadır" dedi.
Kış aylarının gelmesiyle pek çok kişinin daha ağır yemekler yemeğe, balık sezonun açılmasıyla bol deniz mahsulü tüketmeye başlayabileceğini belirten Yücel, "Proteinden zengin besinlerin fazla yenilmesi hastalığa yakalanma olasılığını yükseltir, hastalığın seyrini olumsuz etkiler. Özellikle, şu an bolca bulunan balık birçok hastalığa şifa verirken, gut hastaları için fazla tüketildiğinde tehlikeli olabilir" uyarısında bulundu.
"Ayakta şiddetli ağrı ve şişlik olur"
Hastalığın, böbreklerden atılan bir madde olan ürik asit kristallerinin eklemlerde ve böbreklerde birikmesiyle birlikte kendini göstermeye başladığını ifade eden Yücel, "Hastaların çoğunda, ayak baş parmağında ani ve genellikle sabah başlayan şişlik, kızarıklık ve çok şiddetli bazen zonklayıcı ağrı şikayeti olur. Ağrı tipik olarak çok şiddetlidir, hafif bir dokunuş bile ilk günlerde belirgin ağrıya neden olabilir. Çoğunlukla 4 hastadan 3'ünde ayak baş parmak ağrısı ile karşılaşılır" dedi.
Ailede gut hastası olanlar ile kiloluların gut hastalığı riskinin arttığına dikkat çeken Yücel, sağlıklı erişkinlerin yüzde 5-8'inde kanda ürik asit seviyesinin normalden yüksek olabileceğini, bu kişilerin ancak yüzde 10-20'sinde gut artriti ortaya çıktığını söyledi.
Ürik asit seviyesi yüksek olanların diyetlerine dikkat etmelerini, bu kişilerin hayvansal proteinleri az almalarını, alkol kullanmamalarını, ürik asidi artırabilen idrar söktürücü ve aspirin gibi ilaçları zorunluluk dışında almamalarını öneren Yücel, gut hastalığı için en çok bira, en az şarabın zararlı olduğunu kaydetti.
Eftal Yücel, yılda ikiden fazla eklem iltihabı atağı geçiren, böbrek taşı olan veya böbrek çalışmasında azalma bulunan gut hastalarının ürik asidi azaltıcı ilaçları her gün almalarının gerekebileceğini belirtti.
Gut hastalarının birçok uzmanlık alanından hekimlerce tedavi edildiğini kaydeden Yücel, "Hastaların ve kullanılan ilaçların yan etkilerinin daha iyi değerlendirilebilmesi için hastaların, iç hastalıkları uzmanı da olan romatoloji uzmanlarınca veya iç hastalıkları uzmanlarınca takip edilmesi tercih edilmeli" dedi.
İmplant tedavisinde 'anında' protez
Meffert İmplant Enstitüsü Başkanı Dr. Ali Arif Özzeybek, implant uygulamasıyla beraber protez için bekleme süresinin artık çok kısaldığını belirterek, "Tomografi, 3 boyutlu CAD-CAM (bilgisayarlı planlama) sistemlerinin devreye girmesi ve yeni yivli implant dizaynı sayesinde, artık hastalar hiç beklemeden yeni dişlerine kavuşabiliyor" dedi.
Özzeybek, "eksik diş veya dişlerin yerine yapay diş kökü yerleştirilmesi" şeklinde tanımlanan implant tedavisinde, hastalar açısından sevindirici gelişmeler olduğunu söyledi.
Dünya İmplant Birliğinin kısa bir süre önce Münih'te yapılan Avrupa toplantısında gündeme gelen en önemli konulardan birisinin, "immediat" (anında) cerrahi ve yükleme" adı verilen, implant ve protezlerin hiç beklemeden yerleştirilmesine olanak sağlayan yöntem olduğunu belirten Özzeybek, "Bu yöntem son 2 yıldır uygulanıyordu, ama geliştirilen teknolojilerle artık daha da yaygınlaştı" diye konuştu.
Daha önce, hastaların, diş çekiminin ardından, implant için 1 ay, protez yerleştirilmesi için de 3 ay olmak üzere, toplam 4 ay beklemek zorunda olduklarını kaydeden Özzeybek, şunları söyledi:
"İmplant uygulamasıyla beraber protez için bekleme süresi artık çok kısalmış durumda. Tomografi, 3 boyutlu CAD-CAM (bilgisayarlı planlama) sistemlerinin devreye girmesi ve yeni yivli implant dizaynı sayesinde, artık
hastalar hiç beklemeden yeni dişlerine kavuşabiliyor."
Söz konusu sistemlerle üç boyutlu görüntü elde edilerek, geçici kron ve protez üzerinde uygulama yapılabildiğini kaydeden Özzeybek, bunun, diş çekiminin hemen ardından implant ve protezin takılmasına olanak sağladığını bildirdi.
Özzeybek, bu yöntemde, protezin implant uygulamasından sonraki 24 saat içinde yapılması, aksi halde normal sürenin beklenmesi gerektiğini kaydetti.
İşlemin tek diş için yapılabileceği gibi, tam dişsizlik halinde de uygulanabileceğini belirten Özzeybek, "Yani, hastanın hiç dişi olmasa bile implantla beraber protez de uygulanabilir" diye konuştu.
İmplant nedir?
İmplant, diş eti hastalıkları başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle meydana gelen diş kayıplarında, eksik diş ya da dişlerin yerine, çene kemiğine yerleştirilen yapay diş kökleri olarak tanımlanıyor.
Özzeybek, çağdaş diş hekimliği anlayışında, artık dişin değil, kemiğin korunması esas olduğu için, kanal tedavisinin yerini implantın aldığını bildirdi.
Özzeybek, "eksik diş veya dişlerin yerine yapay diş kökü yerleştirilmesi" şeklinde tanımlanan implant tedavisinde, hastalar açısından sevindirici gelişmeler olduğunu söyledi.
Dünya İmplant Birliğinin kısa bir süre önce Münih'te yapılan Avrupa toplantısında gündeme gelen en önemli konulardan birisinin, "immediat" (anında) cerrahi ve yükleme" adı verilen, implant ve protezlerin hiç beklemeden yerleştirilmesine olanak sağlayan yöntem olduğunu belirten Özzeybek, "Bu yöntem son 2 yıldır uygulanıyordu, ama geliştirilen teknolojilerle artık daha da yaygınlaştı" diye konuştu.
Daha önce, hastaların, diş çekiminin ardından, implant için 1 ay, protez yerleştirilmesi için de 3 ay olmak üzere, toplam 4 ay beklemek zorunda olduklarını kaydeden Özzeybek, şunları söyledi:
"İmplant uygulamasıyla beraber protez için bekleme süresi artık çok kısalmış durumda. Tomografi, 3 boyutlu CAD-CAM (bilgisayarlı planlama) sistemlerinin devreye girmesi ve yeni yivli implant dizaynı sayesinde, artık
hastalar hiç beklemeden yeni dişlerine kavuşabiliyor."
Söz konusu sistemlerle üç boyutlu görüntü elde edilerek, geçici kron ve protez üzerinde uygulama yapılabildiğini kaydeden Özzeybek, bunun, diş çekiminin hemen ardından implant ve protezin takılmasına olanak sağladığını bildirdi.
Özzeybek, bu yöntemde, protezin implant uygulamasından sonraki 24 saat içinde yapılması, aksi halde normal sürenin beklenmesi gerektiğini kaydetti.
İşlemin tek diş için yapılabileceği gibi, tam dişsizlik halinde de uygulanabileceğini belirten Özzeybek, "Yani, hastanın hiç dişi olmasa bile implantla beraber protez de uygulanabilir" diye konuştu.
İmplant nedir?
İmplant, diş eti hastalıkları başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle meydana gelen diş kayıplarında, eksik diş ya da dişlerin yerine, çene kemiğine yerleştirilen yapay diş kökleri olarak tanımlanıyor.
Özzeybek, çağdaş diş hekimliği anlayışında, artık dişin değil, kemiğin korunması esas olduğu için, kanal tedavisinin yerini implantın aldığını bildirdi.
Baştan Çıkarma Yolları
Baştan Çıkarma Yolları
Kadınlar, bir şeyi gerçekten istediklerinde, onu yaptırmak için her zaman bir yol bulurlar. Size de uygulamanız için birkaç ufak ipucu verebiliriz.
Erkeklerin bazen biraz basit ve düz düşündükleri fikrine artık alışmış olmalısınız. Kadınlar, genelde çabucak giyinmek ve çocuklarla iyi anlaşmak gibi alanlarda gayet iyiler. Tarih boyunca, kadınlar bu basitliğe güvenerek büyük miktarda hileye başvurup erkek beynini alt etmeye çalışmıştır.
Göğüsleri büyük gösteren sutyenlerden içinde basit bir matematik hesaplaması yapacak kadar gelişmiş şampuanlara kadar, kadınların her biri kendi çapında birer illüzyon ustası haline gelmiş durumdalar. Bunlar olurken, öte yandan erkeklerin bu gerçeğe yavaş yavaş uyanmaya başlaması ise biz kadınlar için pek hayra alamet değil. Erkekler genelde hızlı bir şekilde ve çaktırmadan rujumuzu tazeleyebilmemiz gibi şeylerden etkileniyorlar. Onlara karşı üstünlüğünüzü tekrar ele geçirmek için büyü kitabınızdan çıkarmanız gereken bariz hilelerden birkaçını sizin için seçtik.
Eğer gösterişli bir İskandinav iseniz her gün stiletto giymeniz çok güzel durabilir. Diğer herkes içinse, deniz kenarına veya bowling oynamaya stiletto giyerek gitmek ancak işe yaramayacak bir moda hatası olabilir. Erkekler, kadınların yüksek topuklu ayakkabı giymesinin sebebinin bacaklarını uzun, popolarını daha yüksekte göstermek ve uzun boylu gözükmek amaçlı olduğunu bilir. Kıvrak, uzun bacaklı ve sofistike gözükmek istemeniz anlaşılabilir ama bazı günler bacaklarınız ve poponuzun oldukları gibi görünmesine izin verin.
Gece kulüplerinde kadınların kurduğu bazı yarı-gerçek cümleler vardır. Barda erkeklerle küçük sohbetlere girişmek, yüzerken beyaz koton bir mayo giymek kadar transparan bir numara olarak bilinir. Onları oyalamak yerine, "Bence pek yakışıklı sayılmazsın ve seninle çıkacağımı düşünmen ancak hayal kurmak olabilir ama yine de bana bir içki ısmarlamana hayır diyemem" gibi net cümleler kurmayı deneyin. Bu esprili tavır sayesinde, herkes rahatlamış olur ve göz teması gibi formaliteleri atlayıp iyi anlaşacağınız insanları kapsama alanı içine alma aşamasına geçebilirsiniz. Böylece şansınızı da artırmış olursunuz.
Filmlerde gördüğümüz gibi direğe tutunarak striptiz yapmak veya dans etmek çok seksi bir hareket olabilir ama eğer ne yaptığınızı biliyorsanız! "illa böyle bir planla sevgilimi şaşırtmak istiyorum" diyorsanız önce tek başınıza biraz pratik yapın.
Sevgiliniz için hiçbir hazırlık yapmadan vahşi bir dans yapmaya çalışmak sizi komik duruma sokabilir. Dengenizi kaybedip yere düştüğünüzü düşünsenize! Eğer böyle bir yeteneğiniz yoksa ya gerçekten biraz çalısın ya da kendinize özgü yöntemlerle onu baştan çıkartmaya devam edin.
Bir erkeğe, ailenizle tanıştıktan sonra "Bizimkiler seni sevdi" demekten daha aptalca bir şey olamaz. O yüzden bu şirin görünme numarasını bırakın. Bir roket bilimcisi olmadan veya aynı takımı tutmadıktan sonra bir kızın ailesinin, hele hele babasının daha ilk görüşmede erkek arkadaşını sevmesi matematiksel olarak imkansızdır. Erkekler bilir ki asla yüksek sesle söylenmese de "Eğer kızımı üzersen seni neredeysen bulur ve gözlerini oyarım" gibi cümleler uzun süre anne-babaların aklından silinmez.
Son olarak, "Ben çikolata sevmiyorum" demek kendine güvensizliğin bir işareti olarak görülebilir. Bunun apaçık bir yalan olduğunu tüm erkekler bilir ve aynı zamanda bu erkeklerin sizin hakkınızda asırlardır bildiği bir gerçeği de onlara hatırlatır: Sevdiğiniz çikolatayı size verirse en aptalca davranışlarını bile affedeceğiniz. Tabii erkeklerin sadece bir çikolatayla işin içinden sıyrılabileceklerini düşünmeleri ise saçma olduğu kadar sizi sinirlendirebilir de.
Gördüğünüz gibi günlük hayatınızda basit moda seçimleriniz ve öylesine yaptığınız yorumlarınızla, ışıldayan varlığımızı huşu içinde izleyen erkekleri etrafınıza toplamanız mümkün. Bu illüzyonları hatife almayın.
Kadınlar, bir şeyi gerçekten istediklerinde, onu yaptırmak için her zaman bir yol bulurlar. Size de uygulamanız için birkaç ufak ipucu verebiliriz.
Erkeklerin bazen biraz basit ve düz düşündükleri fikrine artık alışmış olmalısınız. Kadınlar, genelde çabucak giyinmek ve çocuklarla iyi anlaşmak gibi alanlarda gayet iyiler. Tarih boyunca, kadınlar bu basitliğe güvenerek büyük miktarda hileye başvurup erkek beynini alt etmeye çalışmıştır.
Göğüsleri büyük gösteren sutyenlerden içinde basit bir matematik hesaplaması yapacak kadar gelişmiş şampuanlara kadar, kadınların her biri kendi çapında birer illüzyon ustası haline gelmiş durumdalar. Bunlar olurken, öte yandan erkeklerin bu gerçeğe yavaş yavaş uyanmaya başlaması ise biz kadınlar için pek hayra alamet değil. Erkekler genelde hızlı bir şekilde ve çaktırmadan rujumuzu tazeleyebilmemiz gibi şeylerden etkileniyorlar. Onlara karşı üstünlüğünüzü tekrar ele geçirmek için büyü kitabınızdan çıkarmanız gereken bariz hilelerden birkaçını sizin için seçtik.
Eğer gösterişli bir İskandinav iseniz her gün stiletto giymeniz çok güzel durabilir. Diğer herkes içinse, deniz kenarına veya bowling oynamaya stiletto giyerek gitmek ancak işe yaramayacak bir moda hatası olabilir. Erkekler, kadınların yüksek topuklu ayakkabı giymesinin sebebinin bacaklarını uzun, popolarını daha yüksekte göstermek ve uzun boylu gözükmek amaçlı olduğunu bilir. Kıvrak, uzun bacaklı ve sofistike gözükmek istemeniz anlaşılabilir ama bazı günler bacaklarınız ve poponuzun oldukları gibi görünmesine izin verin.
Gece kulüplerinde kadınların kurduğu bazı yarı-gerçek cümleler vardır. Barda erkeklerle küçük sohbetlere girişmek, yüzerken beyaz koton bir mayo giymek kadar transparan bir numara olarak bilinir. Onları oyalamak yerine, "Bence pek yakışıklı sayılmazsın ve seninle çıkacağımı düşünmen ancak hayal kurmak olabilir ama yine de bana bir içki ısmarlamana hayır diyemem" gibi net cümleler kurmayı deneyin. Bu esprili tavır sayesinde, herkes rahatlamış olur ve göz teması gibi formaliteleri atlayıp iyi anlaşacağınız insanları kapsama alanı içine alma aşamasına geçebilirsiniz. Böylece şansınızı da artırmış olursunuz.
Filmlerde gördüğümüz gibi direğe tutunarak striptiz yapmak veya dans etmek çok seksi bir hareket olabilir ama eğer ne yaptığınızı biliyorsanız! "illa böyle bir planla sevgilimi şaşırtmak istiyorum" diyorsanız önce tek başınıza biraz pratik yapın.
Sevgiliniz için hiçbir hazırlık yapmadan vahşi bir dans yapmaya çalışmak sizi komik duruma sokabilir. Dengenizi kaybedip yere düştüğünüzü düşünsenize! Eğer böyle bir yeteneğiniz yoksa ya gerçekten biraz çalısın ya da kendinize özgü yöntemlerle onu baştan çıkartmaya devam edin.
Bir erkeğe, ailenizle tanıştıktan sonra "Bizimkiler seni sevdi" demekten daha aptalca bir şey olamaz. O yüzden bu şirin görünme numarasını bırakın. Bir roket bilimcisi olmadan veya aynı takımı tutmadıktan sonra bir kızın ailesinin, hele hele babasının daha ilk görüşmede erkek arkadaşını sevmesi matematiksel olarak imkansızdır. Erkekler bilir ki asla yüksek sesle söylenmese de "Eğer kızımı üzersen seni neredeysen bulur ve gözlerini oyarım" gibi cümleler uzun süre anne-babaların aklından silinmez.
Son olarak, "Ben çikolata sevmiyorum" demek kendine güvensizliğin bir işareti olarak görülebilir. Bunun apaçık bir yalan olduğunu tüm erkekler bilir ve aynı zamanda bu erkeklerin sizin hakkınızda asırlardır bildiği bir gerçeği de onlara hatırlatır: Sevdiğiniz çikolatayı size verirse en aptalca davranışlarını bile affedeceğiniz. Tabii erkeklerin sadece bir çikolatayla işin içinden sıyrılabileceklerini düşünmeleri ise saçma olduğu kadar sizi sinirlendirebilir de.
Gördüğünüz gibi günlük hayatınızda basit moda seçimleriniz ve öylesine yaptığınız yorumlarınızla, ışıldayan varlığımızı huşu içinde izleyen erkekleri etrafınıza toplamanız mümkün. Bu illüzyonları hatife almayın.
Cinsel sex Pozisyonlar
Cinsel Pozisyonlar
Herkes bu klasik pozisyonda başlar; erkek üstte, kadın altta, yüz yüze. Günümüzde basında bu pozisyon, olumsuz eleştirilere maruz kalmaktadır. Belki eski moda olduğundan, belki de ataerkil olduğundan dolayı. Esasında bu pozisyon, o kadar da kötü değildir. Kuvvet almak, sevgilinizle yakın temasda olmak ve hamile kalmak isteyenler için, bu pozisyon idealdir. Kadın iki bacağını yana doğru açabilir veya bacaklarını ğöğsüne doğru çekebilir. Bu her iki pozisyonda erkek kadının en hassas dış cinsel organına elle manipülasyon için erişemez, ama ilk pozisyonda ğöğüslerine
erişebilir. Bu pozisyonda bir kaç varyasyon sözkonusudur. İlki; kadın iskemlede veya alçak bir yatağın ucunda oturur, erkek dizlerinin üzerinde penisiyle vajinaya girebilir. Seks terapistleri her ne kadar bu pozisyonun klasik poziyondan daha da zevk verici olduğunu iddia etseler de, coğu
insan bu pozisyonun yakın temas konusunda eksik kaldığını düşünmektedir. İkincisi; kadın karnının üstüne yatar ve erkek arkadan vajinaya girer. Çoğu
kadın için bu pozisyon, G-noktasını uyarır ama penisin rahim boynuna çarpması da acı verebilir. Yüz yüze olamama dezavantajı olsa bile
çoğu çiftin favori pozisyonu arasındadır. Kadın ÜstteBu pozisyon çok tavsiye edilir, çünkü seksin hızı kadının kontrolü altındadır. Bu pozisyonda bir
kaç varyasyon vardır. Kadın her iki diziyle erkeğin kalçasını sarar. Penisi içine aldıktan sonra ya dizlerinin üstünde sekse devam eder
ya da bacaklarını uzatarak. Ayrıca erkeğin üstünde dim dik oturarak da ilişkiye devam edebilir. Bu pozisyon erkek için de oldukça uyarıcıdır ve kadının göğüslerini okşama fırsatı verir. Bazen bu pozisyonda kadın erkeğe sırtını dönerek erkeğin üstünde olur. Bu pozisyon, her iki taraf için farklı duygular yaratsa da, yüz yüze olmamanın .
verdiği dezavantaj burada da geçerlidir. OtururkenBu pozisyon, ancak yavaş seks için uygundur. Erkek ya iskemlede oturur veya yerde bağdaş kurarak. Kadın erkeğin üstüne oturur. Yüz yüze veya sırt yüze bakarak da olabilir. Bu pozisyon birbirinizi okşamak, birbirinize sarılmak ve yakın ten teması için idealdir.Ayaktaykenİlk etapta çabucak seks yapmayı anımsatır. Bu .
pozisyonda başarılı olabilmek zordur. Penisin vajinaya girebilmesi güç olabilir. Kadınlar genelde erkeklerden daha kısa boylu oldukları için, kadının ya merdiven
basamağında ya da duvardan destek alması ile bu pozisyonda başarı elde edilebilinir.Bu pozisyonun başka bir varyasyonu da kadın yüzünü ya duvara veya tutunabileceği herhangi bir şeye verir, erkek de vajinaya arkadan girer. Bu pozisyon, yüz yüze olan pozisyondan çok daha
kolaydır. Yan YanaBu pozisyonların hepsi erkek üstte pozisyonu gibidir; tek fark partnerler yan yanadır. Buradaki tek zorluk, yüz yüze durumunda partnerlerden bir tanesi, bacağını partnerin üstüne atması gerekiyor. Bu da zaman zaman krampla sonuçlanabiliyor. Kadın erkeğe sırtını verdiği durumda, yavaş
ve rahatlatıcı ilişki elde etmek mümkündür. Hatta bu pozisyonda uyumak bile mümkündür.Arkadan Burada kadın dizinin üstünde durup erkek arkadan penisiyle vajinaya girer. Bazı insanlar bu pozisyondan nefret eder. Nedeni ise; hem duygusallıktan yoksun, hem de "erkek egemenliğini" vurgulayan bir pozisyon
olması. Bazılarının bu pozisyondan hoşlanması ise özgürlüğün olması ve gücün .
kullanabilinmesinden kaynaklanır.
Herkes bu klasik pozisyonda başlar; erkek üstte, kadın altta, yüz yüze. Günümüzde basında bu pozisyon, olumsuz eleştirilere maruz kalmaktadır. Belki eski moda olduğundan, belki de ataerkil olduğundan dolayı. Esasında bu pozisyon, o kadar da kötü değildir. Kuvvet almak, sevgilinizle yakın temasda olmak ve hamile kalmak isteyenler için, bu pozisyon idealdir. Kadın iki bacağını yana doğru açabilir veya bacaklarını ğöğsüne doğru çekebilir. Bu her iki pozisyonda erkek kadının en hassas dış cinsel organına elle manipülasyon için erişemez, ama ilk pozisyonda ğöğüslerine
erişebilir. Bu pozisyonda bir kaç varyasyon sözkonusudur. İlki; kadın iskemlede veya alçak bir yatağın ucunda oturur, erkek dizlerinin üzerinde penisiyle vajinaya girebilir. Seks terapistleri her ne kadar bu pozisyonun klasik poziyondan daha da zevk verici olduğunu iddia etseler de, coğu
insan bu pozisyonun yakın temas konusunda eksik kaldığını düşünmektedir. İkincisi; kadın karnının üstüne yatar ve erkek arkadan vajinaya girer. Çoğu
kadın için bu pozisyon, G-noktasını uyarır ama penisin rahim boynuna çarpması da acı verebilir. Yüz yüze olamama dezavantajı olsa bile
çoğu çiftin favori pozisyonu arasındadır. Kadın ÜstteBu pozisyon çok tavsiye edilir, çünkü seksin hızı kadının kontrolü altındadır. Bu pozisyonda bir
kaç varyasyon vardır. Kadın her iki diziyle erkeğin kalçasını sarar. Penisi içine aldıktan sonra ya dizlerinin üstünde sekse devam eder
ya da bacaklarını uzatarak. Ayrıca erkeğin üstünde dim dik oturarak da ilişkiye devam edebilir. Bu pozisyon erkek için de oldukça uyarıcıdır ve kadının göğüslerini okşama fırsatı verir. Bazen bu pozisyonda kadın erkeğe sırtını dönerek erkeğin üstünde olur. Bu pozisyon, her iki taraf için farklı duygular yaratsa da, yüz yüze olmamanın .
verdiği dezavantaj burada da geçerlidir. OtururkenBu pozisyon, ancak yavaş seks için uygundur. Erkek ya iskemlede oturur veya yerde bağdaş kurarak. Kadın erkeğin üstüne oturur. Yüz yüze veya sırt yüze bakarak da olabilir. Bu pozisyon birbirinizi okşamak, birbirinize sarılmak ve yakın ten teması için idealdir.Ayaktaykenİlk etapta çabucak seks yapmayı anımsatır. Bu .
pozisyonda başarılı olabilmek zordur. Penisin vajinaya girebilmesi güç olabilir. Kadınlar genelde erkeklerden daha kısa boylu oldukları için, kadının ya merdiven
basamağında ya da duvardan destek alması ile bu pozisyonda başarı elde edilebilinir.Bu pozisyonun başka bir varyasyonu da kadın yüzünü ya duvara veya tutunabileceği herhangi bir şeye verir, erkek de vajinaya arkadan girer. Bu pozisyon, yüz yüze olan pozisyondan çok daha
kolaydır. Yan YanaBu pozisyonların hepsi erkek üstte pozisyonu gibidir; tek fark partnerler yan yanadır. Buradaki tek zorluk, yüz yüze durumunda partnerlerden bir tanesi, bacağını partnerin üstüne atması gerekiyor. Bu da zaman zaman krampla sonuçlanabiliyor. Kadın erkeğe sırtını verdiği durumda, yavaş
ve rahatlatıcı ilişki elde etmek mümkündür. Hatta bu pozisyonda uyumak bile mümkündür.Arkadan Burada kadın dizinin üstünde durup erkek arkadan penisiyle vajinaya girer. Bazı insanlar bu pozisyondan nefret eder. Nedeni ise; hem duygusallıktan yoksun, hem de "erkek egemenliğini" vurgulayan bir pozisyon
olması. Bazılarının bu pozisyondan hoşlanması ise özgürlüğün olması ve gücün .
kullanabilinmesinden kaynaklanır.
Kadınların ve erkeklerin erojen bölgeleri
Sevgilinizin boynunuza yumuşak bir öpücük kondurduğunu düşünün... Ya da kulağınıza aşk sözleri fısıldadığını... Hatta gece yatakta ayaklarınıza masaj yapmaya başladığını hayal edin...
Her insanın fantazilerinin, cinsellikten aldığı zevkin farklı olması gibi uyarılma noktaları da birbirinden farklıdır. Kimileri yumuşak okşayışlardan, kimileri daha sert ve tutkulu davranışlardan, kimileri ise öpülmekten hoşlanır. Üstelik her insanın öpülmesini, okşanmasını istediği noktalar da farklı olabilir. Fakat sinir sisteminin herkeste aşağı yukarı aynı olduğu düşünülecek olursa, aslında küçük farklılıklar dışında vücudumuzun bazı bölgelerinin bu tür uyarılmalara son derece müsait olduğu görülür. İşte yukarıdan aşağıya doğru kadın ve erkeklerin erojen noktaları...
Kulak: Kadınların büyük çoğunluğu kulağın ve kulak çevresinin erojen olduğunu söylüyor. Erekler de kadınlar da özellikle seks sırasında kulaklarına fısıldanmasından, kulaklarının öpülmesinden hatta ısırılmasından hoşlanıyor. Ayrıca yine her iki cins de partnerlerinin nefesini kulaklarında hissetmenin kendilerine çok büyük haz verdiğini belirtiyorlar. Fakat işin sırrı yumuşak davranmakta. Aksi halde karşı taraf tahrik değil rahatsız oluyor.
Boyun: Sinir sistemi gelişmiş olan boyun bölgesi hem erkeklerin hem de kadınların erojen noktalarından. Bu sebeple gerek kadınlar gerekse erkekler boyunlarının öpülmesi, okşanması, yalanması ya da hafifçe ısırılmasından hoşlanıyorlar. Kadınlar boyun temasını ön sevişmenin olmazsa olmaz etaplarından biri olarak görüyor, boyunlarına yapılan temasın, hatta masajın ön sevişmenin başlangıç noktası olduğunu söylüyor. Erkekler de kadınlar gibi boyunlarına masaj yapılmasının cinsel arzuyu arttırdığı görüşünde.
Ağız: Ağız için söylenebilecek pek bir şey yok aslında. Siz öpüşmekten zevk almayan kadın ya da erkek gördünüz mü? Hayır değil mi? Fakat unutulmaması gereken bir şey daha var. Erkekler dudaklar ve öpüşme konusunda kadınlara oranla biraz daha şiddetten hoşlanıyor. Kadınlar french kiss'i ya da masumane öpücükleri tercih ederken, erkekler kadının öpüşürken dudaklarını sıkıştırmasından ya da ısırmasından zevk duyuyor.
Sırt: Kadınlar ense kökünden itibaren omurgaları boyunca partnerlerinin yavaşça aşağı kaymasından çok hoşlanıyor. Partnerlerinin ellerini, parmaklarını, dillerini ya da dudaklarını kullanarak küçük dokunuşlarla yukarıdan aşağıya inmesini tahrik edici buluyor. Aynı şey erkekler için de geçerli. Onlar da birlikte oldukları kadının göğüslerini, yüzünü, nefesini sırtında hissetmekten hoşlanıyor.
Göğüsler: Kadınların en erojen noktalarından olan göğüsler, hem kadının tahrik olup cinsel doyuma ulaşmasına yardımcı oluyor hem de onun cinsellikten ne kadar zevk aldığını gösteriyor. Hemen her erkek göğüslerin, kadının erojen noktalarından biri olduğunu bilse de bazı yanlışlar yapabiliyor. Örneğin kadınlar göğüslerinin okşanmasından çok fazla tahrik olmuyorlar. Kadınlar, erkeğin eliyle göğüslerini okşaması yerine parmakla, dudakla, dil ya da cinsel organlarıyla göğüslerine dokunmasından zevk duyduğunu söylüyor. Erkekler bu konuda kadınlar kadar görüş birliğine varabilmiş değil. Kimi erkekler kadının göğüslerini sıkması, ısırması ya da yalamasından zevk aldığını söylerken kimileri bundan nefret ediyor. İyisi mi, siz siz olun erkeğinize bu konuda ne düşündüğünü sorun!
Karın: Son derece hassas ve yumuşak bir bölge. Sevişme anında kadınlar göbek deliklerinin ellenmesinden, yalanmasından, okşanmasından tahrik olabiliyor. Erkeklere gelince... Erkekler de en az kadınlar kadar bu bölgenin kendilerini tahrik ettiğini söylüyor. Fakat erkekler bu konuda biraz daha yaratıcı. Partnerlerinin dilleri ya da dudaklarının yanı sıra saçlarının, göğüslerinin bu bölgeye temas etmesinden çok büyük haz alıyorlar. Fakat bu bölgeye dokunurken ya da okşarken, nazik davranmak gerekiyor. Aksi halde sevgilinizin canı yanabilir.
Popo: Kadınların erojen bölgelerinden biri de kalçalarıdır. Hemen hemen her kadın, popolarının okşanmasından, öpülmesinden, yoğurulmasından, hafifçe vurulmasından ve partnerlerinin parmaklarının popo çizgisi boyunca gezinmesinden hoşlanır. Fakat daha fazlasını istiyorsanız dikkatli olmalısınız. Çünkü bazı kadınlar anüslerinin ellenmesinden zevk alırken, bazıları bunu tiksindirici buluyor. Bunu deneyerek veya konuşarak çözümleyebilirsiniz.
Erkekler de popolarının okşanmasından, öpülmesinden, ısırılmasından zevk alıyor. Fakat nazik olmanız kaydıyla. Penisle anüsleri arasındaki bölge son derece duyarlı olduğundan en ufak bir darbe bile çok büyük ağrıya neden olabilir. Bazı uzmanlar kadınlarınki gibi ereklerin de G noktası olduğunu ve bunun anüsün 3-5 cm. içinde olduğunu belirtiyor. Bu varsayıma göre erkekler henüz bunu keşfetmemiş olsalar dahi, sadece bu bölgelerinin okşanmasıyla orgazm olmaları mümkün görünüyor. Fakat bazı erkekler bu konuda çok hassaslar ve böylesi dokunuşlardan nefret ediyorlar. O yüzden bu bölgelere dokunmadan önce kesinlikle onun fikrini almalısınız.
Bacaklar: Ayak bileğinden başlayın ve yavaşça yukarıya çıkın. Avuç içiniz ya da parmaklarınızla dairesel hareketler yaparak baldırlarını özellikle de en erojen nokta olan baldırların iç taraflarını okşayın. Kadınların bu dokunma işlemine bayıldığını göreceksiniz. Erkekler de en az kadınlar kadar baldırlarının içinin okşanmasından tahrik oluyor.
Ayak: Yine tam olarak fikir birliğine varılamayan bir nokta. Kimi kadınlar erkeklerin ayaklarını öpmesini, parmaklarını yalayıp emmesini tahrik edici bulurken kimileri bunu çok pornografik ve iğrenç buluyor. Aynı şey erkekler için de geçerli. Üstelik erkeklerin büyük çoğunluğu parmaklarının okşanmasından, öpülmesinden nefret ediyor. Partnerinizin bu konudaki tutumunu değiştirmek veya değiştirmemek size kalmış. Bu konularda fazla ısrarcı olmamakta fayda var.
Her insanın fantazilerinin, cinsellikten aldığı zevkin farklı olması gibi uyarılma noktaları da birbirinden farklıdır. Kimileri yumuşak okşayışlardan, kimileri daha sert ve tutkulu davranışlardan, kimileri ise öpülmekten hoşlanır. Üstelik her insanın öpülmesini, okşanmasını istediği noktalar da farklı olabilir. Fakat sinir sisteminin herkeste aşağı yukarı aynı olduğu düşünülecek olursa, aslında küçük farklılıklar dışında vücudumuzun bazı bölgelerinin bu tür uyarılmalara son derece müsait olduğu görülür. İşte yukarıdan aşağıya doğru kadın ve erkeklerin erojen noktaları...
Kulak: Kadınların büyük çoğunluğu kulağın ve kulak çevresinin erojen olduğunu söylüyor. Erekler de kadınlar da özellikle seks sırasında kulaklarına fısıldanmasından, kulaklarının öpülmesinden hatta ısırılmasından hoşlanıyor. Ayrıca yine her iki cins de partnerlerinin nefesini kulaklarında hissetmenin kendilerine çok büyük haz verdiğini belirtiyorlar. Fakat işin sırrı yumuşak davranmakta. Aksi halde karşı taraf tahrik değil rahatsız oluyor.
Boyun: Sinir sistemi gelişmiş olan boyun bölgesi hem erkeklerin hem de kadınların erojen noktalarından. Bu sebeple gerek kadınlar gerekse erkekler boyunlarının öpülmesi, okşanması, yalanması ya da hafifçe ısırılmasından hoşlanıyorlar. Kadınlar boyun temasını ön sevişmenin olmazsa olmaz etaplarından biri olarak görüyor, boyunlarına yapılan temasın, hatta masajın ön sevişmenin başlangıç noktası olduğunu söylüyor. Erkekler de kadınlar gibi boyunlarına masaj yapılmasının cinsel arzuyu arttırdığı görüşünde.
Ağız: Ağız için söylenebilecek pek bir şey yok aslında. Siz öpüşmekten zevk almayan kadın ya da erkek gördünüz mü? Hayır değil mi? Fakat unutulmaması gereken bir şey daha var. Erkekler dudaklar ve öpüşme konusunda kadınlara oranla biraz daha şiddetten hoşlanıyor. Kadınlar french kiss'i ya da masumane öpücükleri tercih ederken, erkekler kadının öpüşürken dudaklarını sıkıştırmasından ya da ısırmasından zevk duyuyor.
Sırt: Kadınlar ense kökünden itibaren omurgaları boyunca partnerlerinin yavaşça aşağı kaymasından çok hoşlanıyor. Partnerlerinin ellerini, parmaklarını, dillerini ya da dudaklarını kullanarak küçük dokunuşlarla yukarıdan aşağıya inmesini tahrik edici buluyor. Aynı şey erkekler için de geçerli. Onlar da birlikte oldukları kadının göğüslerini, yüzünü, nefesini sırtında hissetmekten hoşlanıyor.
Göğüsler: Kadınların en erojen noktalarından olan göğüsler, hem kadının tahrik olup cinsel doyuma ulaşmasına yardımcı oluyor hem de onun cinsellikten ne kadar zevk aldığını gösteriyor. Hemen her erkek göğüslerin, kadının erojen noktalarından biri olduğunu bilse de bazı yanlışlar yapabiliyor. Örneğin kadınlar göğüslerinin okşanmasından çok fazla tahrik olmuyorlar. Kadınlar, erkeğin eliyle göğüslerini okşaması yerine parmakla, dudakla, dil ya da cinsel organlarıyla göğüslerine dokunmasından zevk duyduğunu söylüyor. Erkekler bu konuda kadınlar kadar görüş birliğine varabilmiş değil. Kimi erkekler kadının göğüslerini sıkması, ısırması ya da yalamasından zevk aldığını söylerken kimileri bundan nefret ediyor. İyisi mi, siz siz olun erkeğinize bu konuda ne düşündüğünü sorun!
Karın: Son derece hassas ve yumuşak bir bölge. Sevişme anında kadınlar göbek deliklerinin ellenmesinden, yalanmasından, okşanmasından tahrik olabiliyor. Erkeklere gelince... Erkekler de en az kadınlar kadar bu bölgenin kendilerini tahrik ettiğini söylüyor. Fakat erkekler bu konuda biraz daha yaratıcı. Partnerlerinin dilleri ya da dudaklarının yanı sıra saçlarının, göğüslerinin bu bölgeye temas etmesinden çok büyük haz alıyorlar. Fakat bu bölgeye dokunurken ya da okşarken, nazik davranmak gerekiyor. Aksi halde sevgilinizin canı yanabilir.
Popo: Kadınların erojen bölgelerinden biri de kalçalarıdır. Hemen hemen her kadın, popolarının okşanmasından, öpülmesinden, yoğurulmasından, hafifçe vurulmasından ve partnerlerinin parmaklarının popo çizgisi boyunca gezinmesinden hoşlanır. Fakat daha fazlasını istiyorsanız dikkatli olmalısınız. Çünkü bazı kadınlar anüslerinin ellenmesinden zevk alırken, bazıları bunu tiksindirici buluyor. Bunu deneyerek veya konuşarak çözümleyebilirsiniz.
Erkekler de popolarının okşanmasından, öpülmesinden, ısırılmasından zevk alıyor. Fakat nazik olmanız kaydıyla. Penisle anüsleri arasındaki bölge son derece duyarlı olduğundan en ufak bir darbe bile çok büyük ağrıya neden olabilir. Bazı uzmanlar kadınlarınki gibi ereklerin de G noktası olduğunu ve bunun anüsün 3-5 cm. içinde olduğunu belirtiyor. Bu varsayıma göre erkekler henüz bunu keşfetmemiş olsalar dahi, sadece bu bölgelerinin okşanmasıyla orgazm olmaları mümkün görünüyor. Fakat bazı erkekler bu konuda çok hassaslar ve böylesi dokunuşlardan nefret ediyorlar. O yüzden bu bölgelere dokunmadan önce kesinlikle onun fikrini almalısınız.
Bacaklar: Ayak bileğinden başlayın ve yavaşça yukarıya çıkın. Avuç içiniz ya da parmaklarınızla dairesel hareketler yaparak baldırlarını özellikle de en erojen nokta olan baldırların iç taraflarını okşayın. Kadınların bu dokunma işlemine bayıldığını göreceksiniz. Erkekler de en az kadınlar kadar baldırlarının içinin okşanmasından tahrik oluyor.
Ayak: Yine tam olarak fikir birliğine varılamayan bir nokta. Kimi kadınlar erkeklerin ayaklarını öpmesini, parmaklarını yalayıp emmesini tahrik edici bulurken kimileri bunu çok pornografik ve iğrenç buluyor. Aynı şey erkekler için de geçerli. Üstelik erkeklerin büyük çoğunluğu parmaklarının okşanmasından, öpülmesinden nefret ediyor. Partnerinizin bu konudaki tutumunu değiştirmek veya değiştirmemek size kalmış. Bu konularda fazla ısrarcı olmamakta fayda var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)